Ada
- Aytaç Demirci
- Apr 25, 2024
- 3 min read
Sürgün

Yine yola koyulmak üzere olan bir çingenenin bohçasına tıkıştırılmıştı sanki çarşı. Sıcak, sarı ve kalabalıktı daracık sokakları. Rengarenk gölgelerin altında serinlemeye çalışıyordu insanlar. Eski kente açılan kargacık arnavut kaldırımlarına İber Yarımadasından gelen Maranolar yığılmıştı. Kuzey İtalya’dan sürülen zenginleri taşıyordu kayıklar az ötedeki iskeleye. En dönülmez akşamlarını Adriyatik sularında bırakmış gemiler, kayıkçıların bir şişip bir sönen pazuları arasında ufalıp yitiyordu. Artık merdiven çıkamayan bir ihtiyar, penceresinden uzattığı ibrikle su tutuyordu kurumuş dudaklara. Memelerini üst katın pervazında biber gibi kurutan bir kadın, kalabalığa batıp çıkan çocuklarını izliyordu.
Sırtına aldığı güneşin alevden damlalarıyla giderek incelen gökyüzü, her zerresinde bir ateş, şehrin üzerine dökülüyordu, özleyen parmakların kımıldattığı bir mobilyadan uzaklaşan örümcek ağları gibi. Güneşin karşısında gözleri kısılmış, kendi ışığının farkında olmayan bir mumdu dünya, kendi formundan uzaklaşarak bir yığında biriken damlalarıydı üzerinde kımıldanan şu deniz, denize sınırsız bu ada, adaya serpilmiş kaldırım taşları, taşları ezen yalın ayaklar, ve ayakların üzerinde yükselmeye çalışan insanlar. Morturuncu bu yığından, aydınlığın içinde kaybolmuş iki parça ışık uzandı pencereye yaslı duran bir ihtiyarın ellerine. Beyazdan daha beyaz, ama solgun ve titrek. “Por favor.” Kulakları kalabalığın uğultusuna gömülmüş ihtiyar, gözlerini saran morturuncu perdeyi aralayıp bakışlarını bu iki ışık parçasına çevirdi. “Ke pasa?”
Dönüş
“Melisa!” Saçlarının suya değen ince uçlarına bakıyordu Melisa, tellerin suyun üzerinde minik izler bırakarak ilerleyişini izliyordu. İzlerin peşinde gezdiriyordu parmaklarını. Ufalıp kaybolan aydınlıklar parmaklarına dolanıp çözülüyorlardı. “Melisa, çık artık sudan. Üşüteceksin.”
“Çıkıyorum,” dedi Melisa, sudaki izleri parmaklarının gölgelerine bırakıp elleriyle saçlarını toplayarak. Baharın henüz tutuşturduğu bir meşaleydi güneş, hafif bir esintiyle dalgalanan denize dokunup geri çekiyordu parmaklarını. Dalgaların dudakları ılık ama derinlerde soğuk ve uzak öpücükler konduruyordu bacaklarına. Ayaklarıyla denizi soyunurken, bacaklarının arasına sıkıştırdığı eteği her adımda biraz daha örtüyordu tenini.
“Kayalardan gidelim,” dedi annesi, “dut toplarız biraz.” Yüzü aydınlanırdı kızının eve dönüş yolunda dut toplayacak olduklarında. Eliyle belli belirsiz bir tepeye doğru işaret ederken kızının yüzünde gezdirdi gözlerini. Güneşin tepelerden azar azar uzattığı bir meşalenin kirpiklerinden, yanaklarına, dudaklarına ve çenesine doğru genişleyen aydınlığını seyretti. Sağ yanına atıp alelacele birbirine doladığı saçlarından sular damlıyordu göğsüne. Kararında bir soğukluk olsaydı geride bıraktıkları, yüzleri bu kadar yorgun olmazdı bu sene bahara uyanırken. Arkası kesilmeyen donlarla boğuşmuşlardı gecelerce. Karanlığın içinde bir o yana bir bu yana taşınan bacaların bıraktığı isler duruyordu ikisinin de gözlerinin altında.
“Yeni gelenlerle tanıştın mı?” dedi Melisa. Dik patikayı arkalarında bırakmış, koya bakan yamaçta yavaşlayarak soluklanıyorlardı. Annesinin bakışları kıyı boyunca iskeleye doğru uzanan bir dalganın peşinde kasabaya ulaşmıştı. “Yeni sayılmazlar aslında,” dedi kızına çevirerek gözlerini. Aynaya bakan bir kedinin sonsuzluğuna dönüşüyordu iki kadının karşılıklı bakışması.
Ev
“Agua, por favor.” Sanki dile gelen ışığın aydınlattığı bir küçük kızın etrafında dönüp kalabalığa karışmıştı sözcükler. Sokakları üzerindekilerle birlikte önüne katıp sürükleyen lav dalgalarının arasında, bir kuark, asırlar sonrasından kopup geçmişe yuvarlanmış bembeyaz bir kül parçası, penceresinden aldığı güçle ayakta duran ihtiyara doğru uzanıyordu. Yorulup bıraktığı ibriği kavradı ihtiyar parmaklarıyla yeniden. Gözlerinin önünde büyük bir kımıltısızlık içinde akan kalabalığa karışıp gitmiş de orada ne yaptığını unutmuştu sanki. Uzun zamandır kendisinden beklenmeyen seri hareketlerle bir tas su doldurup morturuncu kütleden azar azar kopan küçük kıza uzatırken yeniden hatırlamaya başlıyordu.
Tası dudaklarına götürürken daha bir beyazlanıp sessizleniyordu kız. İnce parmakları arasında titreyen tastan kopup düz bir çizgi boyunca kaldırıma düşen su damlasıyla birlikte parlıyordu gözleri. Yüzünü örten saçlarıyla dudaklarını buluşturan bir tas suda maviye çalıyordu beyazlığı. Dokuz parça kumaştan dikilmiş bir elbise vardı üzerinde.
Ağaç
“Annesi neden hiç gelmemiş?” diye sordu Melisa. Altında oturdukları ağacın gölgesinden dışarı taşıyordu ayakları. Bacaklarının arasına yerleştirdiği sepetteki dutlara dokunuyordu parmaklarıyla. Yaprakların damarlarında birikip taştıkça sepete dökülen gün ışığıyla gidip gelen sarımor gölgeleri izliyordu. Ağaç yarın öbür gün bir okula bırakacağını bilmiyordu köklerini. Sezgileriyle buruk. Altında ilk aşkların filizleneceği gölgeler düşlüyordu. Bir yarını olsaydı, tepelerden akan soğuk sular, parmak uçlarını yalayıp koynunda toprak ziller çırpınan keçilerin dudaklarına akacaktı. “İhtiyarlıyordu artık babası,” dedi annesi sepete uzanırken. “Onu yalnız bırakamamıştır.” Güneşe serili ayakları büzüldü Melisa’nın, annesinin gölgelenen yüzü bacaklarının arasındaki sepete eğilirken. Çamaşır yıkamaya çıkan kadınların sesleri yaklaşıyordu çeşmeye çıkan patikanın aşağılarından. Hadigidelim, dediler aynı anda bakışlarıyla.
Ada
“Meliselda!” sıcak bir esintiyle saçlarının arasından geçerek artık boşalmış olan tasa dolan bu çağrıya döndü kız. Üzerindeki dokuz parça kumaş denizin bir arada tuttuğu adalar gibiydi. Terk edildikçe anakaradan uzaklaşan, akıntıyla birlikte geçmişi de solup giden bir yalnızlık. “Vamos!” Biranlıkmavibeyaz parmaklarının arasındaki tası ihtiyarın ellerine bıraktı, şimdi yine beyazlanan yüzünü morturuncu akıntıdan çevirmeden. Kalabalıktan taşan esle yalın ayak bir gürültünün içine çekilirken yeniden ihtiyar, iki parça ışığa dönüşüp kayboldu Meliselda.
Bırakılmış. Kendi halinde, bir zerreydin. Sanırım ilk kez görüldüğünde. Kim tarafından, bilinmiyor.
Bırakılmış...
Mavi bir gecenin sabahına uyanmıştın, gözlerinde alışamamışlığın tedirginliği.
Pencereden içeri bir güvercin ağacı sarkıyordu. En bas bariton seslere büzülen dudakların, gevşeyip açıldılar griye çalan beyaz bir güvercine.
Binbir heyecanın ağırlığında yorulmuş parmakların. Kristalin gölgelere tutunarak yükseliyorlar. Seni arıyor, keçiboynuzu çekirdeği gözleriyle griye çalan beyaz bir güvercin. Parmaklarına yakalanıyor bakışları. Neyse ki, sen önce davranıyorsun. Uyanıyorsun bu rüyadan.
Comentarios