top of page

Hamit Fişek ile söyleşi

Hamit Fişek [HF], Aytaç Demirci [AD]
BURC, Bebek
11 Mart 2013

A.D.: Amerika’da eğitiminizi tamamladıktan sonra Ankara’ya, Hacettepe Sosyoloji Bölümüne geliyorsunuz. Oradan ODTÜ’ye geçiyorsunuz Bilgisayar Mühendisliğine.

H.F.: Geçiyorum derken, bazı şeyleri açıkça söylemekte yarar var. Attılar beni. Yalnız beni seçerek atmadılar, bütün Sosyoloji Bölümünü attılar. Hepimiz bir yerlere dağıldık. Ben de gitmek isteyeceğim ve beni isteyecek bir sosyal bilimler bölümü bulamadım. Halbuki ODTÜ’de bilgisayarcılar beni çağırdılar. Benim bir Computer Science masterım vardı. O zamanlar pek bulunan bir şey değildi. Hepsi başka konularda doktora yapıp bilgisayar kullandıkları için bilgisayarcı olmuşlardı. Dört sene orada Bilgisayar Mühendisliği hocalığı yaptım. Ondan sonra “Orta Doğu Savaşları” çıktı. Bir süre dayandım; sonunda “Yetti” deyip Amerika’ya döndüm. Ama az kaldım, bir sene. Sonra buraya döndüm. Herkesi tanıyordum Boğaziçi’nde. Boğaziçi yeni kuruluyordu. ODTÜ’de Sosyal Bilimler Bölümü vardı. Sosyoloji, Psikoloji ve Siyaset Bilimi üçü bir arada. Çok rahatsızdılar. Orta Doğu Savaşlarının çıkış nedenlerinden biri de o bölümdeki huzursuzluklardır. Ve büyük bir grup olduğu gibi buraya transfer oldu. Dolayısıyla ben de buraya geldiğimde burada olanların hemen hepsini tanıyordum. O kanalla geldim; eski yurdum, eski okulum diye gelmedim. 

 

A.D.: Sosyal Bilimlerin ODTÜ’deki sorunlardaki rolünü biraz açar mısınız?

H.F.: Biraz Sosyal Bilimlerin, biraz da benim. Sosyal Bilimlerin başkanı Hasan Tan’dı. Oradaki insanlarla geçinemiyordu, sürekli kavga ediyorlardı. Sonunda dekan da dayanamamış ki beni çağırdı. Ben o sırada Bilgisayar Mühendisliği hocasıyım. Dedi ki “Sen zaten sosyologsun. Ben bu adamı görevden almak istiyorum ama yerine bölümden kimi koysam müthiş kavga çıkacak. Sen gel şu bölüme başkan ol.” Ben de daha genç ve saf olduğum için “Peki” dedim. Rektörle konuştu dekan, ki ikisi de gayet doğru dürüst adamlardı. Mütevelli heyetine öneri gitti. Hemen reddettiler. Vedat Bey dekandı, “Bunu tekrar götüreceğiz, bunlar anlamıyorlar,” dedi. Götürdüler, ikinci defa reddedildi. Arkasından, bir gün İstanbul’a gidiyordum, ailemi görmeye, televizyonda bir haber: ODTÜ rektörünü görevden almışlar, yerine Hasan Tan’ı atamışlar. Gerçekten gülünecek bir olaydı. Hasan Tan, daha Sosyoloji Bölümünü yönetemezken, birdenbire Üniversitenin rektörü oldu. Kıvılcım orada çakıldı.

 

A.D.: Geldiğinizde Boğaziçi’ndeki Sosyal Bilimler Bölümünü nasıl buldunuz?

H.F.: Gayet iyi buldum. Çok iyi insanlar vardı. Üstün Ergüder de onlardan biriydi. Sabri Sayarı vardı, Taha Parla vardı, Metin Heper vardı. İnsan ilişkileri iyi bir gruptu. Tabii o fazla sürmedi. Ben 1978’de geldim. YÖK yasasının çıkışı 1982. O ara rahat bir dönemdi. Ondan sonra o rahat kalmadı. 

 

A.D.: YÖK’le birlikte Bölüm de dağıtılıyor. Nasıl yaşadınız?

H.F.: Kendi aramızda bazı anlaşmazlıklar olmasaydı daha iyi yaşayacaktık. Direnmek isteyenler vardı. Ama pratik olarak bu mümkün değildi. Onun için hava bozuldu. İstifa edip ayrılanlar oldu. Esas sorun bölümlerin ayrılması değil, programların Ankara’dan dikte edilmesiydi. Bu zamana kadar geçen otuz küsur sene içinde o kalktı ortadan. Bölümlerin bir arada olması bence iyi bir şeydi, ama ayrı olması da dünyanın sonu değil. Konusunda uzmanlaşmış ama genel hâkimiyeti olan insanların da bulunmasının daha olumlu olduğunu düşünüyorum, yüksek eğitim felsefesi açısından. Daha esnek, akademik anlamda açık kapıları olan bir ortam iyi bir şey. Fakat eninde sonunda YÖK ve arkasındaki güçlere de bir şeyler vermek durumundasın. Programlarının kontrolünü vermektense, “bir yerine üç bölüm olalım” demek daha kolay. Programlarla ilgili bu rahatsızlık uzun süre devam etti. O sıradaki rektörümüz Ergün Toğrol ilginç bir adamdı. Bir koloni valisi havasındaydı, “Bunlar yabancılar, bunlara medeniyet götürmek lazım, onun için biraz kontrol etmek lazım.” İyi niyetliydi ama o tür bir yaklaşımla hoca takımıyla yönetim tamamen koptu birbirinden. Üstün öyle bir ortamda, ortada hiçbir şey yokken “Ben rektör olacağım, rektör adayıyım,” diye ortaya çıktı. Bir dakika, rektör olacaksın da YÖK ne olacak? “Hayır,” dedi, “siz beni seçeceksiniz, ben rektör olacağım.” Doğrusu şaşırtıcı bir şeydi. Fakat o kampanya yürüdü. Sonunda da başarılı oldu. Ve benim politik süreçler hakkında bir şeyler öğrenmeme de yol açtı. Buna benzer başka bir olayı ODTÜ’de yaşadım. Hasan Tan rektör ilan edildi. Ondan sonra Orta Doğu Savaşları çıktı. O sırada ben de ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneğinde ikinci başkandım. Birinci başkan Rona Aybay’dı. Ne yapacağımızı konuşuyoruz. Rona diyor ki “Bu rektörle işbirliği yapmayacağız.” Peki, güzel. Ama ne demek işbirliği yapmamak, derse mi girmeyeceğiz? “Yo, hayır, derse gireceğiz.” Peki, jürilere, komisyonlara mı girmeyeceğiz? “Hayır, onlara gireceğiz.” Peki nasıl işbirliği yapmayacağız. “Biz işbirliği yapmayacağız.” Ben biraz daha somut kafası olan bir adamım. Bu “işbirliği yapmayacağım” ne demek? Rona bunun içini doldurmadı hiçbir zaman, fetva etti. İnsanlar fetva etti. Herkeste işbirliği yapmayacağız diye bir hava oluştu, hiçbir türlü yönetimle işbirliği yapılmadı, ama Üniversite’nin temel işleri de yürüdü. Üstün’ünki de ona benzer bir şeydi. Politika bazen böyle birtakım soyut söylemlerin çok etkili olduğu bir ortam. Çok zor bir şey ama bunu yapmak. Üstün onu çok iyi yaptı. 

 

A.D.: ODTÜ’deki örneği anlıyorum. Bunun somutu söz konusu alanlarda işbirliği yapılmaması olurdu. Üstün Ergüder örneğinde söylemin somutu ne olabilirdi?

H.F.: Onun somutu olamazdı. Fakat oldu. Bir seçim yapıldı, Üstün’ü rektör seçtik. Ankara bir şekilde rektör atama sistemini değiştirmeye karar verdi ve acayip de olsa bir tür seçime kapı açtı. O zaman seçim tekrarlandı, Üstün’ü tekrar seçtik. Ama Üstün’ün seçimi olmasa oraya gelmeyecekti iş. Türkiye’de başka hiçbir etki yoktu. Rektör atamalarının değiştirilmesi, seçime gidilmesi talebi başka hiçbir yerden gelmedi, buradan geldi. Sonra bütün üniversitelerde uygulandı. Burası daima küçük ve sistem dışı olarak görülen bir yer. “Onlar kendi başlarına çıkarırlar, tuhaf bir yerdir.” Ama genel ortamı etkileyen burası oldu. 

 

A.D.: O seçim öncesi oluşturulan komisyonları, toplantıları biraz hatırlayabilir misiniz?

H.F.: Bu toplantılar amaçlı olmaktan çok, biraz kendimizi rahatlatmak için yapılan toplantılardı. Dolayısıyla çok fazla somut sonuçları yoktur. Ama bir faydası şuydu. İnsanlar kendi fakülteleri dışındaki insanları fazla tanımıyorlardı, Üniversite çapında insanların birbirini tanıması ve bir bütün haline gelmesini sağladı. Epey süre sonra, Mesut Yılmaz döneminde bazı üniversitelere özel statü tanınmasına yönelik bir yasa tasarısı hazırlanması gündeme geldi. Bunda da Üstün’ün büyük katkısı vardır. Fakat Mesut Yılmaz imzalamadı ve kadük oldu. O gerçekleşmiş olsa bugün çok farklı bir yerde olurduk. Harran Üniversitesiyle Boğaziçi Üniversitesine aynı gömleği giydirmek mümkün değil. Birine dar gelecek, diğerine bol gelecek. Şimdi başka bir tasarı var. 

 

A.D.: Orada Boğaziçi’nde daha önce yapılan çalışmaların etkili olduğu söyleniyor.

H.F.: İlk defa duyuyorum. Çok dikkatli okumadım, ama Boğaziçi’nden bir şey görmedim.

 

A.D.: Boğaziçi’nin imajından bahsettiniz. Küçük, kendi halinde bir üniversite olarak görülüyordu. Üstün Bey’in rektörlüğü döneminde bu imaj nasıl değişti?

H.F.: Yavaş yavaş düzelmeye başladı tabii. Ecevit döneminde bir Hindistan gezisi oldu. Bu geziye bir grup profesör çağrıldı. Boğaziçi’nden de birini istediler, Üstün “Sen git,” dedi. Peki, dedim. İsmim gitti. Dışişleri’nden aradılar ve hangi bileti alacağımı söylediler. “Siz almayacak mısınız?” dedim. “Siz özel üniversitesiniz, kendi masraflarınızı kendiniz yapacaksınız,” dedi. “Ben Boğaziçi’nden geliyorum, Boğaziçi devlet üniversitesi,” diyorum, “Hayır efendim, özel üniversite,” diyor oradaki genç. Hariciye memuru, dünyadan haberdar olması gereken bir kişi, Boğaziçi’ni hâlâ özel üniversite zannediyor. Onun için hâlâ yer yer şüphelenenler vardır.

 

A.D.: Bu Ankara’nın bakışı. Siz Ankara’da uzun zaman geçirdiniz. O zaman Ankara’dan nasıl görünüyordu Boğaziçi?

H.F.: O zaman pek ilgilendiğim bir yer değildi Boğaziçi. Amerika’dan döndüğümde burada beni insanlarla tanıştırdılar. Bana ufak, kendi içine kapalı bir yer gibi geldi. Hiç çekici bulmadım. Öbür tarafta [ODTÜ’de] dayak yedikten sonra daha çekici geldi. Ben buradan 1964 yılında Mühendislik Fakültesinden mezun oldum, elektrik mühendisi olarak. Transistör nedir öğrenmedik. Elektronik dersi veren Fransız bir hoca vardı, niye buradaydı hiçbir fikrim yok. Fakat çok zayıftı. Amerika’ya sosyoloji doktorası yapmaya gittim ve çok sayıda matematik dersi aldım. Çünkü burada verilen matematik zayıftı. Akademik olarak parlak bir yer değildi. O zamanın mezunları bunu şiddetle reddedeceklerdir, ama kusura bakmasınlar. Zaten kendi kadrosu yoktu. Elektrik Mühendisliği’nde tam zamanlı kadrosu olan iki kişi vardı. Biri bahsettiğim Fransız, diğeri Necmi Tanyolaç’tı. Onun dışında ya Yıldız’dan, ya Teknik Üniversiteden gelen yarı zamanlı hocalardı. Pek ciddiye alınacak bir kadro değil. 

 

A.D.: Böyle bir yapıyla Robert Kolej bir yüksekokul inşa ediyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

H.F.: Bence yanlış yaptılar. Zaten yaptıktan hemen sonra da battılar. Boğaziçi’nin akademik olarak değer kazanması, ancak 1972’den sonra, o da yavaş yavaş olmuştur.

 

A.D.: Öğretim üyeleri arasında bu duruma bakış nasıldı?

H.F.: Karışık. Hâlâ hocalar arasında bir fikir ayrılığı vardır. İyi lisans eğitimi mi vermeliyiz, yoksa yüksek lisansa daha mı çok önem vermeliyiz? Burada kuvvetli bir “lisansa önem vermeliyiz” grubu vardı, hâlâ var. Onlar eğitime önem verelim, araştırma bizim işimiz değil diyenler. Üstün’ün yaptığı önemli işlerden biri, ben de ona destek verdim, yüksek lisans eğitimine ağırlık verilmesi düşüncesinin yaygınlaştırılmasıdır. Ama çok yeni bir şeydir bu. Hâlâ var diğer eğilim, “Biz iyi hocalık yapalım.” İyi hocalık yapalım, evet, ama bir tek onunla üniversite olmaz. Liseden nasıl ayırt edeceksin? Ergün Bey zamanında çok aktif bir akademik hayat olmadığı için, yapıcı bir şeyler ortaya koyacak halde değildi kimse. Ancak Üstün’ün döneminde bu iş canlanmıştır ve daha bir üniversite olmuştur burası.

 

A.D.: Bir rektör üniversitedeki akademik düzeyi nasıl yükseltir?

H.F.: En bariz ve en tartışmalı olan şeylerden biri, terfi ve atamalara birtakım şartlar getirerek. Doçent olmak için asgari bir çalışma belirlenir, jürilerin nasıl seçileceği belirlenir. Atama ve terfi prosedürleri en önemli araçtır akademik başarının yükseltilmesinde. Rektörlüğün de ilk yaptığı şey tüm bunları, akademik mükemmelliği gözeterek yenilemek oldu. Bunun dışında örneğin yurtdışında bir kongreye gitmek, o kongrede bir tebliğ verme şartına bağlandı. Eskiden sırayla gidilirdi. Şimdi çalışma yapmış olanlar gitmeye başladı. Burada teşvik seyahatle yapılmıyor, asıl önemli olan ortaya bir değer konulmasıdır. Tebliğ sunmakla önemli bir iş yapıldığı fikrinin kabul ettirilmesi. Ve o yavaş yavaş kabul edildi. Artık “Hepimiz sırayla gidelim,” diyenler kalmadı.

 

A.D.: Peki terfi ve atama düzenlemeleri nasıl karşılandı?

H.F.: İlk önce epey kötü karşılandı. Ama yavaş yavaş kabul edildi. Bugün orada bir sorun olduğunu sanmıyorum. Hatta tersine bazı fakülteler diğerlerinin kriterlerinin düşük olduğu için şikâyet ediyor ve bu ciddiye alınıyor. Üstün’ün rektörlüğünde iki tane başarısız proje var. Halbuki çok önemli projelerdi. Bu projeler gerçekleşmemelerine rağmen bütün Türkiye’de etkileri görülecektir. Belki yeni yasalarda da biraz biraz görmeye başlarız. Birincisi, farklı bir vakıf üniversitesi modeli. Örneğin Boğaziçi’nin bir çeşit devlet vakfı üniversitesi statüsüne geçmesini sağlamak. Öğretim üyelerinin de üyesi olacağı, eski mezunlardan üniversiteyi destekleyen insanların da üye olacağı, yabancı bilim insanlarının davet edilip üye olacağı bir vakıf ağı kurup üniversiteyi “özelleştirmek,” devletin direkt kontrolünden kurtarmak. Öğrenciden para alınacak ve devletin yapacağı yardım da öğrenciye burs vermek şeklinde olacak. Bu model üzerinde epey uğraştık. Öğretim üyelerine sunulduğunda makbul görülmedi epey kalabalık bir kesim tarafından. Çoğunluk muydu, bilmiyorum; çünkü bir oylama yapılmadı. Yeterli bir heves olmadığı görüldükten sonra oylamaya sunulmadı. Maalesef, bugün için de geçerli olan bir şeydir, bazı öğretim üyeleri üniversiteyi de facto kartvizit olarak istiyor. “Ben Boğaziçi’nde bilmem ne profesörüyüm,” der, ama esas işi piyasadadır. Mühendislikte, İşletmede çok vardır. Bunlar gayet başarılı, zeki insanlardır ve direttiler. Ve proje ölü doğdu. Gerçekleşseydi, bugün çok daha değişik bir üniversite yapımız olurdu. YÖK başımıza ne getirecek diye dertleniyor olmazdık. 

 

A.D.: Peki Üniversite dışına götürüldü mü bu proje?

H.F.: Ankara’da bazı temaslar kuruldu. Oradan alınan reaksiyon, içeriden alınan reaksiyondan daha olumluydu. Birçok kafası çalışan bürokrat devlet modelinin iyi çalışmadığının farkında ve bunu bir kurtuluş olarak görenler oldu. Hatta yol gösterenler bile oldu. Projenin yatmasında problem içerdeydi, dışarıda değil. 

 

A.D.: İkinci proje nedir?

H.F.: Üstün’e çok ayıp olan bir teşebbüstü. Aydın Doğan Enstitüsü fikri Senatoda epey konuşuldu, tartışıldı ve destek gördü. Fakat genel Üniversite kamuoyuna çıkınca klasik sol gruptan beklenen bir reaksiyon geldi. İlginç bir şekilde Senatoda hazırlanışında olumlu bakan arkadaşlar fikir değiştirdiler, “Böyle saçmalık olur mu, devlet malını mı satıyoruz?” diyerek. Bir şekilde Üstün suçlandı, “Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin?” diye. Şunu anlatmak bir türlü mümkün olmadı. “Sen kendine güveniyorsan, bu adam para verdi diye onun emrine girmezsin.” Kendine güvenmiyorsan ve bu adam buraya para verdiğinde buranın sahibi olur diye düşünüyorsan, bu senin sorunun. Amerikan üniversitelerinin büyük çoğunluğu hiç hoş karşılanmayacak yerlerden bağış alırlar. Ondan bağış aldın diye onun emrine girip karanlık işlerine yardımcı olacak değilsin. Bu süreç uzun sürdü ve gerçekten yazık oldu. O dönemde konuşulan projelerden biri de Sabacı adına ikinci bir işletme fakültesi açmaktı. Hatta yer bile bulmuştuk, Kandilli Kız Lisesi. Bu adamların kendi üniversitelerini açmak yerine, onların desteklediği ve onları onurlandıran, fakat esas olarak üniversitelerin kontrolünde birimler olmasaydı bugün üniversitelerin de farklı bir durumu olurdu. Onun yerine bütün bir üniversiteyi kurmak zaten pek azının yapabileceği bir iş. 160 tane üniversite var diye bakmamak lazım. Onların çoğu ticarethane. Ciddi üniversite olan Koç, Sabancı, Bilkent var. Bir iki tane nispeten daha iyi durumda olan. Bu insanlar bunu niçin yapıyor? Şan, şeref için yapıyor. Bir devlet üniversitesi içinde özel bir kaynağın desteklediği bir birim oluşması, çok daha yararlı bir model olabilirdi, ama olamadı. 

 

A.D.: Avrupa’da da devlet destekli üniversite modelinin işlemediği düşüncesi yaygınlaşıyor ve farklı bir arayış var. Türkiye de bu katara katılacak gibi. Böyle bir süreçte Türkiye’de bu model mi izlenir, yoksa vakıf üniversiteleri modeli mi?

H.F.: Sanırım vakıf üniversiteleri modeli daha yaygın olacaktır. Bizim bir kültürel eksikliğimiz insanların anlaşarak iş yapması. Bizim dediğimiz modelde yatırımı yapan özel sektör grubuyla üniversitenin birtakım şeyleri ortak kararlar alarak yapması. Biz onu beceremiyoruz kolaylıkla. Anlaşıp ortak iş yapamıyoruz. Siyasî partilerin haline bakın. Böyle bir kültürün içinde bizim model de kolay değil.

 

A.D.: TÜBA üyeliğiniz çerçevesinde, bugün Türkiye’deki yükseköğretimin kalitesi ve standartlarının yükseltilmesi bakımından neler söyleyebilirsiniz?

H.F.: Temiz bir cevap vermek zor. Çok parlak, genç insanlar yetiştiriyoruz. TÜBA’nın GEBİP projesi vardı, Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı. Yeni doktorasını bitirmiş insanlara araştırma tezgâhını kurması, laboratuvarını kurması için burs veriliyor. TÜBA bu program açıldıktan sonra her yıl, aşağı yukarı 30-40 burs verdi. Bu bursları alan çocuklar gerçekten çok parlak çocuklar. TÜBA işi yattıktan sonra bir grup ayrıldık TÜBA’dan ve bir dernek kurduk. Bilim Akademisi Derneği. Bilim Akademisi de buna benzer bir program ilan etti, BAGEP. BAGEP’te şimdi para yok tabii, insanlardan toplamaya çalışıyoruz, 20 küsur burs vereceğiz bu sene. İlan edildiğinde 85 başvuru vardı. Başvurulara bakınca belirli sayıda yayın yapmış, pek çok başarılı insan var. Bu sayı daha da artacaktır. Fakat ortalama kötüye gidiyor. Birtakım insanlar bir miktar kendi güdüsüyle bir şeyler yapıyor, onlara destek bulunuyor. Ama genel ortalama, standart vakıf üniversitelerinde ders veren bütün arkadaşlarımdan duyduğum, öğrenci kalitesinin çok düşük olduğu. Genel olarak yükseköğretimin ne yönde gittiğini söylemek zor. Yeterli parlak insan yetiştirince onlar da çekecektir bir miktar.

 

A.D.: Peki bu parlak insanları akademide tutmak mümkün mü?

H.F.: O kadar kolay olmayacaktır ama üniversite de biraz düzeldi. Özel sektör de iyi parayı ender seçkinlere verecektir.

 

A.D.: Bilim Akademisi’nde uzaktan eğitime yönelik faaliyetler de var galiba, ders notlarının paylaşılması gibi?

H.F.: Esasında o TÜBA’da başladı. Metin Gürses adında Bilkent’ten fizikçi bir arkadaşımız uğraşıyor. O da TÜBA’dan istifa edip gelenlerden. Epey bir şeyler ortaya çıkaracak zannediyorum.

 

A.D.: Uzaktan eğitimle kaliteli bir eğitim vermek mümkün mü?

H.F.: Her konuda olamaz, ama çoğu konuda da olur. Herhalde bu işin biraz daha gelişmesiyle hibrit sistemler çıkacaktır ortaya. Uzaktan eğitimi klasik eğitimle birlikte kullanan modeller çıkacaktır. O yararlı olur. 

 

A.D.: İki dönem rektör yardımcılığı yaptınız. Genel bir değerlendirmede bulunur musunuz? Üstün Ergüder’in rektör yardımcılığını yapmak nasıl bir şey?

H.F.: Üstün’ün yardımcılığını yapmak çok iyi bir şeydi. Ama işin kendisi zor. Niye 1996’da bıraktım? Üstün’le hiçbir geçimsizliğimiz olmadı ama “Beni affet, devam etmek istemiyorum,” dedim. Çünkü bana yeterli bir şey vermiyor, sürekli insanlarla uğraşıyorsun. Kimseye yaranamıyorsun ve sonucunda da verdiğin çabaya mukabil yeterli bir şey ortaya çıkmıyor. Sonra yerime gelen arkadaş iki sene sonra istifa etti. Üstün “Sen gel devam et,” dedi. Ben “Allah aşkına başka birini bul,” dedim. Bir iki hafta sonra dedi ki “Altı kişiye sordum, altısı da reddetti.” Peki öyleyse ben yapayım, dedim. Rektör yardımcılığı gibi bir göreve iki sene için soyunmak kimsenin isteyeceği bir şey değil. Ancak öğrenebilirsin; öğreneceksin ve bitecek. Hiç olmazsa bildiğim bir şeydi ve yaptım. 

 

A.D.: “Çabalarımın somut karşılığını tam olarak göremiyorum,” ne demek?

H.F.: Kimsenin gelip de “Ya Hamit şu işi iyi yaptın,” dediği olmadı. Sen uğraşıyor, bir şeyler yapıyorsun. Akademik İşlerden Sorumlu Rektör Yardımcısının yaptığı iş insanların yaşadıkları sorunları çözmeye yardımcı olmaktır. Onu yapıyorsun, ama karşılığında makbul görülmüyor. Bunu yaparken birtakım insanları da kızdırıyorsun. Terfi için kuralları biraz daha sıkılaştırıyorsun, kızıyorlar. Birtakım insanlar kızgınlıklarını rahatlıkla ifade ediyorlar. İyi reaksiyon vermesini beklediğim kimseler ise hiç oralı değil. “Yeter be!” dedirtiyor bu insana.

 

A.D.: Bu dönem tam da türban sorununun hararetlendiği bir dönem. O süreç nasıl gelişti? Nasıl yaşadınız?

H.F.: Türban olayında esasında bu kampüste büyük oranda fikir birliği vardı. Evet bazı birimlerimizde sert türban karşıtı gruplar vardı. Ancak açık çoğunluk bu olayın fazla büyütülmemesi gerektiğini düşünen insanlardı. Ben de onu yaptım. Mümkün olduğu kadar disiplin soruşturmalarını yavaşlattım. Çabuk ve bol ceza dağıtmadık. Bir ceza verildiğinde, aynı suçtan ikinci defa sorgulanırsa ceza artıyor, üniversiteyle ilişki kesmeye kadar gidiyor. Dolayısıyla bu insanlar atılmadan mezun olur ümidiyle, yasaların elverdiğince yavaşlattım. Doğru yaptığımı düşünüyorum. Bu olay başından böyle büyük bir hale getirilmemeliydi. Getirildi ve bugün geldiğimiz yerin bir nedeni de bu türban olayıdır. Bir sürü insanı radikalize etti. Dindar insanların bir kısmı dinci değilken, dinci oldu. Başını örtüyor diye çocuk üniversitede okuyamaz demek, makul değil. 

 

A.D.: Şikâyet eden öğretim üyeleri soruşturma sürecini takip eder miydi?

H.F.: Hayır. Çoğunluk şikâyet etmekle yetiniyordu. 

 

A.D.: Olumsuz bakanlar da çocuğun hayatını karartmaya yönelik bir tavırla yaklaşmıyor yani.

H.F.: Hayır. Hiçbir zaman öylesini görmedim. 

 

A.D.: Üstün Bey rektör seçildiğinde müthiş bir balayı yaşadığını söylüyor. Çünkü üniversite sıkıntılı bir evreden çıkıyordu ve istediği pek çok şeyi yapabildi bu sayede. Son iki yılında bu hava değişmeye başlıyor. Siz iki rektör yardımcılığı döneminizi karşılaştırınca böyle bir şey hissediyor musunuz?

H.F.: Hissetmiyorum çünkü ikincisinde fazla dahil olmadım. “İdare et Hamit,” diye girip pek şahsi olarak almadığım için. Üstün’ün ikinci döneminin başlangıcında bir talihsizlik oldu. Hasta oldu. Uzun süre de facto yoktu. Resmi olarak altı aydan fazla vekâlet olmuyor, geldiğinde de pek aktif olamadı, çoğu işi başkalarına bıraktı. Bu tür yönetimler zor. Kendini toparladığı zaman sistem epey dökülmeye başlamıştı. Onun için son iki senesi daha zor oldu. Aydın Doğan olayı da o zaman oldu. Üstün’ün rahatsız, yorgun olduğunu bilen insanlar da korkarım bunu fırsat bildiler. 

 

A.D.: Peki Üstün Bey’i rektörlük sonrası sivil toplum çalışmalarında izleme şansınız oldu mu?

H.F.: Bir miktar oldu. Bir ara Eğitim Reformu Girişimi oluşmadan evvel, İstanbul Politikalar Merkezinde daha üniversiteye yönelik birtakım çalışmalar yapan bir grup oluşturdu. Onda ben de vardım. Üniversite yönetimiyle ilgili bir iki rapor ürettik. Daha sonra ERG’nin birinci düzeyde, ikinci düzeyde eğitime yönelik çalışmaları daha ağır bastı, onlarda yoktum. 

 

A.D.: Çalışma anlayışı olarak, rektörlüğü ve İPM’deki idareciliğini karşılaştırabilir misiniz?

H.F.: Onu söyleyemem. İPM’de bu çalışmaları yapan altı yedi kişilik bir gruptuk ve hepimiz aşağı yukarı akran idik. Yöneticilik yapmasına fazla gerek olmayan bir gruptu. Üniversitedeki yönetim stili çok farklı. Sabah kalkıp Yapı İşleriyle, arkasından Muhasebeyle konuşacaksın. Rektörlüğün özellikle benim için hiç hoş gelmeyen tarafı odur. Ama Üstün onu gayet iyi yapardı. 

 

A.D.: Siz akademik hayattan uzaklaştığınızı hissettiğiniz için çekildiniz...

H.F.: Evet. Akademik alanda bir çalışma yapamadım. Olmuyor. Sorun zaman da değil. Kafan oraya takıldığında başka yerde kullanamıyorsun. Zaman bakımından her gün iki saatimi ben kendi çalışmalarıma ayırabilirdim. Ama kafanı oraya takıyorsun. Ben kolay kolay bir moddan çıkıp ötekine girecek bir adam değilim. Yöneticilik modundan çıkıp araştırmacı moduna girmek zor. 

 

A.D.: Yabancı dilde eğitim konusunda Boğaziçi’nde hep bir gerilim var galiba.

H.F.: Boğaziçi’nde Türkçe ders yapmak isteyenler azdır. Sesi çok çıkan birkaç arkadaş var ama sayıları azdır. O yüzden çok gerilim olan bir konu değil. Yalnız ben bile yüksek lisans dersimde Türkçe yapıyorum dersi. Çünkü maalesef Türkçe yapmazsam tartışma olmuyor. 

 

A.D.: Peki TÜBA ya da Bilim Akademisinde yabancı dilde eğitim konusuna bakış nasıl?

H.F.: Hiç ajandasında olmadı. Çünkü bütün dünya bu tarafa gidiyor. Bilim dili olarak İngilizce giderek yerleşiyor. Fransızlar bile yüksek lisansın bir kısmını İngilizceye çevirdiler. Fransızlar dil manyağı olan insanlardır. Üstelik komik bir şekilde Fransız elektronik şirketlerinin bir kısmı resmi dillerini İngilizceye çevirdiler. Çünkü elektronik dünyası İngilizce konuşuyor, İngilizce yazıyor. Benim ilk rektör yardımcılığı dönemimde Almanya’dan bir heyet geldi. Ben onları ağırladım. Dediler ki “İngilizce eğitim yapan programlar açmak istiyoruz, siz İngilizce eğitim yapıyorsunuz, bize biraz tüyo verin, yabancı dilde eğitim vermek nasıl oluyor?” Üstün’le konuştum. Mühendisler arasından Almanca eğitim görmüş birkaç hocamızı seçtik, onları Almanya’ya gönderdik, yardımcı olmaları için. 

Çiğdem Kağıtçıbaşı ile söyleşi

Çiğdem Kağıtçıbaşı [Ç.K.], Aytaç Demirci [A.D.]

Levent

8 Mart 2013

A.D.: Amerika’da eğitiminizi tamamladıktan sonra ODTÜ’de çalışmaya başlıyorsunuz ve ODTÜ’nün en karışık olduğu dönemde...

Ç.K.: Dört yıl ODTÜ’de hocalık yaptım. Aslında çok sevdim ODTÜ’yü. Ankara’daki deneyimim ilk akademik deneyimimdi ve çok önemliydi benim için. Ankara’da sosyal bilimler çok faaldi o zaman; sürekli toplantılar yapılırdı. Özellikle rahmetli Mübeccel Kıray bunda önemli bir rol oynamıştır. Siyasal Bilgiler Fakültesi, ODTÜ ve diğer üniversitelerden de sosyal bilimciler bir araya gelirdik. O zaman Türkiye’de ilk kez Sosyal Bilimlerde Metot başlıklı bir toplantı düzenlendi. Epey dikkat çekici bir buluşmaydı. Mübeccel Kıray, Nermin Abadan Unat ve Şerif Mardin, üçü sosyal bilimlerin önderleriydiler ve Sosyal Bilimler Derneği de o dönemde kurulmuştu. Çok tatmin edici tarafları vardı, ama giderek zor bir dönem olmaya başladı. Öğrenci hareketleri kısmen ODTÜ merkezliydi. Sağ-sol ve solda fraksiyonlar arası çatışmalarla giderek işler çığırından çıktı. ODTÜ’de Sosyal Bilimler Bölümü Sosyoloji ve Psikoloji’yi içeriyordu. Onun başkanlığını Mübeccel Hanım yaparken olumlu bir hava vardı, fakat sonra Hasan Tan bölüm başkanı oldu ve hayatı epey güçleştirdi. Faşizan bir yaklaşım içindeydi. Son yılımda ODTÜ benim için cazibesini bir miktar kaybetmişti. O sırada da Boğaziçi Üniversitesi kurulmuştu ve Boğaziçi beni davet etti. Eşim için de Ankara’da olmak çok uygun değildi, çünkü İstanbul merkezli bir şirkette çalışıyordu. Onun için İstanbul’a gelmeye karar verdik. Nitekim Hasan Tan sonrasında ODTÜ’ye rektör oldu ve ODTÜ’ye 400 komanda aldı, çalışan olarak. Akabinde ODTÜ’de çok ciddi çatışmalar oldu. Kötü bir dönemdi, ODTÜ çok zarar gördü.

 

A.D.: Geldiğinizde nasıl bir Boğaziçi vardı?

Ç.K.: Boğaziçi’nin imkânları o zaman çok daha azdı. ODTÜ’de bizden bir yıl önce ayrılan rahmetli Oğuz Arı, sosyolog, Boğaziçi’ne gelmişti. Şerif Mardin ve ben aynı zamanda Boğaziçi’ne geçtik. Şerif Bey Boğaziçi’nde kurulan Sosyal Bilimler Bölümünün başkanı oldu. ODTÜ’den farklı olarak üç ayrı disiplin vardı, Psikoloji, Sosyoloji ve Siyaset Bilimi. Dolayısıyla epey büyük bir bölümdü. ODTÜ’deki Sosyal Bilimler Bölümünden Mübeccel Hanım dahil dört kişi istifa etmiştik ve hepimiz İstanbul’a gelmiştik. Ayşe Öncü, benden bir sömestr sonra Boğaziçi’ne girdi. Deniz Kandiyoti de imkân doğması sonucu ancak bir yıl sonra girebildi. Ve güzel bir başlangıç oldu. O sırada Üstün’le tanıştım. Sosyal Bilimler Bölümünün içinde Siyaset Bilimi kısmındaydı. Üstün Robert Kolej menşeilidir. Aslında ben de Amerikan Kız Kolejinde okumuştum. O zaman tabii kız erkek kısımları ayrıydı. Okuldan Üstün’ü bilmiyorum, benden birkaç yıl önce gitmiş. Biz, yani Şerif Bey, ben, arkadan Ayşe ve Deniz, bizden önce de Oğuz Bey, bir Ankara grubu şeklinde Boğaziçi’ni işgal etmiş olduk. Bizden önce pek sosyal bilimci yoktu. İdari Bilimler içinde İşletme ve İktisat Bölümleri vardı. Bizimle birlikte Sosyal Bilimler Bölümü kuruldu ve “Bunlar da nereden çıktı şimdi?” gibi bir hava da oluştu. Biz “Ankara grubuyduk”. Eski Robert Kolej geleneğinden gelenlerden farklı, biraz taşralı, biraz bürokratik, biraz siyasi bir Ankara grubu. Siyasi olarak biz çok daha angajeydik. Angaje olup da bir şey yapmıyorduk ama siyaset daha çok hayatımızdaydı. Ankara öyledir zaten İstanbul’a göre. O zaman özellikle öyleydi. Hafif dışlanmalar ara sıra oluyordu, yarı şaka, yarı ciddi. Ama Üstün’den hiç böyle bir şey görmedim ben. Üstün’le ilişkilerimiz daima çok arkadaşça devam etmiştir. Üstün’ün aşağı yukarı herkesle ilişkisi öyledir zaten, onun için de sevilen bir insandı. 

 

A.D.: Boğaziçi’ne gelen bu Ankara grubu Boğaziçi’ndekilere nazaran daha akademik. Siz nasıl gözlemlediniz bunu?

Ç.K.: Robert Kolej geleneği, daha çok bir “teaching institution” idi. Amerika’daki “undergraduate college” havasındaydı. Zaten öncesinde de bir Amerikan kolejiydi, yeni üniversite statüsü almıştı. Üniversite olmaya da daha pek alışamamıştı. Eski gelenekler biraz fazla göklere çıkarılıyordu ve eskiden olan her şey iyi olarak görülüyordu. Mesela öğretim üyeleri yayın yapmıyorlardı. Çünkü Robert Kolej zamanında böyle bir beklenti yoktu. Halbuki ODTÜ, Türkiye’de sosyal bilimlerde güçlü akademik çalışmaların yapıldığı ve yoğun bir şekilde yayın üreten bir yerdi. Ve biz o havayla geldik. Bir yerde Boğaziçi’nin gerçekten bir üniversite olmasına katkımız oldu, varlığımızla ve çalışmalarımızla. Biz daha çok çalışmaya alışkındık. 

 

A.D.: Bu kurulmakta olan Sosyal Bilimler Bölümünde neler yapılırdı?

Ç.K.: Önceleri Şerif [Mardin] Bey kendisi siyasi tarihçi olduğu için siyaset bilimine ve ondan sonra da sosyolojiye daha çok önem verirdi. Başlangıçta psikolojide biz sadece ders verirdik ve psikolojiden derece alınmazdı. Ve nitekim siyaset ve sosyolojiye daha çok hoca alınırdı. Öğrenciler arasında psikoloji okumak ve psikoloji diploması almak isteyenler vardı. Ben de o nedenle bu konuda ısrarcı oluyordum. Benim dışımda Psikolojide daha Robert Kolej zamanından beri orada bulunan klinik psikolog rahmetli Gökçe Cansever ve Halide Yavuzer vardı. Deniz Kandiyoti gelince dört kişi olduk. Ama Deniz’den önce bile biz üçümüz derece vermek istiyorduk. Hatta Şerif Bey bize bir yazı imzalatmıştı “Her yıl beş ders vermeyi deruhte ediyorum,” diye. Bizim bu ısrarımız ve “deruhte edişimiz” neticesinde, bir yıl sonra Psikoloji de öğrenci mezun etmeye başladı. Ve giderek de Psikoloji çok gelişti. Sosyal Bilimler Bölümü daha da büyüdü. Ankara’dan başka gelenler oldu. Benden bir sene sonra Siyaset Bilimine Metin Heper geldi. Aynı şekilde birkaç yıl sonra İlkay Sunar geldi, Siyaset Bilimine. Eşi Amerikalı Diane Sunar, İlkay Siyaset Bilimine alındığı için Psikolojiye alındı. Ağırlık hep Siyaset Bilimindeydi. Ama biz de ısrarlı bir şekilde varlığımızı sürdürmek ve daha da geliştirmek için uğraşıyorduk.

Büyük bir bölüm olduğu için farklı yaklaşımlar ortaya çıkardı. Ondan sonraki yıllarda Şerif Bey Amerika’ya gitti yanılmıyorsam. Oğuz Arı profesör olarak bölüm başkanı oldu. Profesör olarak bir de Suna Kili vardı. Fakat Oğuz Bey’in hem sağlığı iyi değildi hem de kaygıları vardı. O zamanki rektör Semih Tezcan bazen sert olabiliyordu, Oğuz Bey de çok çekingen bir insandı. Hastalığıyla beraber sıkıntıları iyice artmıştı, ürküyordu. Hatta Oğuz Bey’e “Burası bir devlet üniversitesi, siz de bir profesörsünüz, kimse size bir şey yapamaz,” dediğimi bile hatırlıyorum. Fakat anlaşıldı ki Oğuz Bey devam edemeyecek ve bir başka profesör bölüm başkanı olacak. O zaman bölümdeki arkadaşlarım ve özellikle Deniz Kandiyoti beni teşvik etmeye başladılar “Bir an önce profesör ol, sen bölüm başkanı ol,” diye. Benim de o sıra “Çocuğun Değeri” araştırmam bitmişti, büyük bir araştırmadır. Hatta 1980 yılında Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilimler ödülünü almıştı. Şimdi artık pek ön planda değil ama o zaman çok önemsenen bir ödüldü. Ve ben 40 yaşında, oldukça erken profesör oldum. Oğuz Bey’in ardından da bölüm başkanı oldum. Bölüm başkanlığında zorlandım. Çünkü epey büyüktü bölüm ve arkadaşlar arasında birçok konuda beni epey zorlayanlar vardı. Bu ortamda Üstün hiçbir zaman bana zorluk çıkaran birisi olmamıştır. Onun makul ve medeni davranışlarını hep takdir etmişimdir. 

 

A.D.: 1982’de YÖK Sosyal Bilimleri dağıtıyor...

Ç.K.: Evet YÖK gelince üç ayrı bölüm olduk. Siyaset Bilimi, İdari Bilimlerde kaldı, Psikoloji ve Sosyoloji Fen Edebiyata geçti. Diğer birçok üniversitede de öyleydi zaten. Aslında, yapı bakımından istisna bir bölümdük. Böyle bir bölüm hiçbir yerde yoktu. Bir tek ODTÜ’de Sosyal Bilimler vardı, o da Fen Edebiyatın içindeydi ve sadece Psikoloji ve Sosyoloji vardı. Siyaset Bilimi orada da hep İdari Bilimler Fakültesi içinde oldu. 

 

A.D.: Bu dağılmayı nasıl yaşadınız?

Ç.K.: Aslında önce çok fazla tepki gösterildi. Epey söylenenler, şikâyet edenler oldu. Ama özellikle Psikolojidekiler giderek bu durumdan memnun olmaya başladılar. Çünkü Fen-Edebiyat Fakültesi içinde imkânlarımız, kaynaklarımız daha arttı. İdari Bilimler içinde İşletme ve Ekonomi tarafından biraz bastırılıyorduk. Mesela bütçeler kısıtlıydı, hiçbir zaman yeterli para olmuyordu. Yurtdışı seyahatleri için fazla bir bütçe yoktu ve İşletme çok kalabalık bir bölümdü. Fen Edebiyat Fakültesinde biraz daha varlık gösterebildik ve giderek şikâyetçi olmaktan vazgeçtik.

 

A.D.: 1980 sonrası YÖK’le beraber yeni bir sistem oturtuluyor. O süreci biraz anlatır mısınız?

Ç.K.: Saçma sapan işler oldu. YÖK bize hangi programı uygulayacağımızı söyler oldu. Bir de baktık ki YÖK’ün bize ideal program diye verdiği şey, Hacettepe Psikolojinin programı. Hacettepe de bizim gibi bir Psikoloji bölümü, bizden daha iyi tarafı yok, eksiği var. Orada mesela aynı fikirde olmadığımız, lisans düzeyinde verilmesini gerekli görmediğimiz bazı dersler de vardı. Bizim sistemimiz daha ziyade Amerikan sistemi, ilk iki yılda birçok alandan ders alınır. ODTÜ’de de öyleydi nitekim. Ondan sonra uzmanlaşma son iki yılda yapılırdı. Hacettepe’de ise daha fazla bölüm dersi veriliyordu. Genel eğitim temeli yoktu. Türkiye’deki klasik üniversitelere biraz daha benziyordu. O bakımdan bazı şeyleri kabul etmedik, ama mecbur olduk ve kâğıt üzerinde idare ettik. Zaten sonra vazgeçtiler ve pek karışan olmadı. Psikoloji Bölümü epey ilerledi. Yeni elemanlar alındı. Öğrenci kalitesi daha da yükseldi. Bugün Psikoloji, Sosyal Bilimler içinde en yüksek puanla öğrenci alan bölüm artık. Ama biz eski dostlarımızdan ayrılmış olduk, binalarımız da ayrıldı; gene de birbirimizi görürdük hâlâ. 

 

A.D.: 1992 seçimlerine giden süreci biraz konuşabilir miyiz?

Ç.K.: Boğaziçi’nde hep mühendisler rektör olmuştur. Aptullah Bey değildi, ama o zaten kurucu rektördü. Sonra Semih Bey, ardından Ergün Toğrol mühendislerdi. YÖK tarafından Teknik Üniversiteden gönderilmiş olan Ergün Toğrol’un üniversitenin dışından gelmiş olması çok hissedildi, hiç benimsenmedi. Arkasından Üstün adaylığını koydu ve İdari Bilimlerden birinin aday olması bir miktar yadırgandı, özellikle mühendisler tarafından. Ve Üstün’ün seçilmesi bizi mutlu etti çok. Üstün’ün iyi bir rektör olduğunu düşünüyorum. Öyle düşünmeyenler de var ama hep öyledir zaten. Herkese yaranamazsınız. Üstün’ün yaptığı önemli hizmetler, katkılar oldu. Üstün üniversite için dışarıdan kaynaklar buldu. Devletin hiçbir zaman veremeyeceği imkânları sağladı. Örneğin ‘Superdorm’un yapılmasını sağladı, bağışlar alarak. Mezunlar Derneğinin gelişmesini destekledi. Üniversite içinde araştırmaları destekleyici fon sistemlerini geliştirdi. Dış görünüş bakımından da ortadaki alan, kışın çamur içinde olurdu, sıcaklarda da toz içinde kalırdık, orayı güzel bir hale getirdi. Güzel bir çevre düzenlemesi ile üniversitenin esas büyük alanı medeni bir görüntü aldı. Binalar çok eski, onların tamiri, korunması konularında katkısı oldu. Benim anladığım kadarıyla gayet demokratik, insanları dinleyen ve iletişim kurabilen bir rektör oldu. Bir Strateji Grubu kurdu, kendisine danışman olarak. Bazı öğretim üyelerini seçti, bunlar gönüllü olarak, bir karşılık almadan Üstün’le beraber çalıştılar. Ben de onlardan biriydim. O grup da bazı iyi işler başardı. Üniversitede lisansüstü programlar henüz çok zayıftı. Ancak Mühendislikte biraz vardı. Biz Psikolojide falan bir türlü cesaret edemiyorduk lisansüstü programlara. Master programlarımız vardı bazı alanlarda, ama doktoraya cesaret edilemiyordu. Hâlâ çoğunlukla bir lisans müessesesiydi. Strateji Grubunda dedim ki “Tamam bizim elemanlarımız yeterli değil, bölümler küçük. Ama öyle bir şey yapalım ki bir entegre doktora programı diyelim. Öğrencileri seçelim, kimi derslerini burada alsınlar, sonra yurtdışına gönderelim. Yurtdışındaki üniversitelerle ilişki kurup protokol yapalım. Öğrenciler yurtdışında üniversitelere gitsinler, orada da derse girsinler, araştırmalarını hem orada hem burada yapsınlar. Dolayısıyla bizim eksiklerimizi yurtdışına giderek tamamlasınlar, sonra da doktora verelim.” Üstün de “Tamam o zaman bunu hazırla,” dedi bana. Zaten bir şey önerirseniz üstünüze kalır. Rahmetli Aptullah Bey’le ikimiz bir komisyon oluşturduk. Esas olarak programı ben hazırladım. Bunun üstünde çalışılmaya başlandı. Hatta Üstün bu öneriyi o zamanki YÖK başkanı Mehmet Sağlam’a götürdü. Mehmet Sağlam “Aman hiç karıştırma,” demiş, “ben bir sürü  öğrenciyi yolluyorum yurtdışına.” Onun için bir bütçe almış olduğundan bu planı geri çevirmiş. Halbuki çok iyi bir plandı. O öğrencileri yolluyorlar ama yollamakla bitmiyor bu iş. Bazıları iyi olmayan üniversitelere  gidiyorlar, bir kalite kontrolü yok. Pek çok öğrenci doktora için gidiyor yurtdışına ama ancak kabul alabildikleri, kötü yerlere gidiyorlar. İki üniversite arasında işbirliği olmayınca bu öğrenciler kendi başlarına kalıyorlar, bir kısmı kayboluyor, orada kalıyor, bir kısmı başarısız oluyor. Yani bizim yurtdışına yollama programlarımız genelde iyi işlemiyor. O sırada TÜBİTAK’ın başında Tosun Terzioğlu vardı. Tosun’un bizim üniversiteyi ziyaret ettiği bir gün Üstün bu projeyi ona gösteriyor. Tosun tabii akıllı adam, hemen aldı onu ve TÜBİTAK bu projeyi geliştirerek çok iyi bir şekilde uygulamaya başladı ve adına Entegre Doktora Programı dendi. Arkadan da ben TÜBA’ya seçildim, ilk on kurucu üyesinden biri olarak. Ben bunu TÜBA yönetim kurulunda da kabul ettirdim. TÜBİTAK’ın bunu fen bilimlerinde çok iyi yaptığını ve bizim de bunu özellikle sosyal bilimlerde yapmamız gerektiğini söyledim. Ve TÜBA sosyal bilimlerde bunu yapmaya başladı. Benim öyle bir katkım vardır ama bu Üstün’ün desteği ve teşvikiyle olmuştur. Hâlâ devam eden iyi programlardır bunlar.

 

A.D.: Boğaziçi’nin İTÜ ve ODTÜ’yle birlikte yüksek lisans ağırlıklı eğitim vermesine yönelik girişimleri bu bağlamda ve Boğaziçi’nin Türk yükseköğretiminde Üstün Bey’in rektörlüğü döneminde oynadığı rolle birlikte değerlendirir misiniz?

Ç.K.: Bu entegre doktora programı o yönde atılmış bir adımdır. Kendi imkânları pek de yeterli olmayan bölümlerin doktora öğrencisi alabilmesi için geliştirilmiş bir stratejidir ve işe yaramıştır. Boğaziçi, Orta Doğu, Koç Üniversiteleri gibi kurumlar lisansüstüne daha çok kaynak ayırmalı, yatırım yapmalıdır. Çünkü Türkiye’de kaliteli öğretim üyesi yetiştirmek pek kolay bir şey değil. Çok fazla da “inbreeding” var. Herkes kendi üniversitesinde yetişiyor, hocaların yanında master, doktora yapılıyor ve orada hoca olunuyor. Bu zaten hiçbir yerde iyi işlemeyen bir yöntemdir ve Türkiye’de iyice kötü sonuçlar vermiştir. Üstün’ün rektörlüğü sırasında bu yönde önemli gelişmeler olmuştur. Boğaziçi’nde aşağı yukarı her bölüm bugün doktora veriyor ve doktoralarını alanlar, başka üniversitelerde hoca oluyorlar. Koç Üniversitesi de şimdi giderek daha fazla sayıda lisansüstü ve özellikle doktora öğrencisi almayı planlıyor. Bununla birlikte yurtdışından doktora öğrencisi almak da düşünülüyor. Aslında Orta Doğu da zamanında böyle bir fikirle kurulmuştu, zaten adının da Orta Doğu olmasının nedeni odur. Ortadoğu’dan öğrenci gelir, bölgesel bir katkı olur diye düşünülmüştü. Nitekim yabancı öğrenciler de vardı ODTÜ’de, ama istenilen seviyede olmadı. Bugün de o yöne doğru bir gidiş var. Türki cumhuriyetlerden, Ortadoğu’nun bazı ülkelerinden öğrenci alma arayışları var. 

 

A.D.: Türk yükseköğretiminin sıkıntılarından biri artan talebi karşılayacak öğretim görevlisi bulunamaması. Boğaziçi, ODTÜ, Koç gibi üniversitelerin tamamen yüksek lisans ağırlıklı bir eğitime yönlendirilmeleri bu sıkıntının aşılması için yeterli mi?

Ç.K.: Çok fazla yapamazlar, çünkü lisans düzeyinde de büyük talep var bu üniversitelere. Onun için tamamen lisansüstü hale getirilmesi zor, ama lisansüstüne daha fazla ağırlık verilebilir ve bu da iyi olur. Ama olumsuzluklardan biri çok sayıda üniversitenin açılması. O üniversiteler hiç hazır olmadıkları halde, yeterli kaynaklara ve öğretim üyesine sahip olmadıkları halde, hemen doktora programları açıyorlar. Ve YÖK buna izin veriyor. Bunlar hiç olmayacak işler. YÖK’ün bu konuda yaptığı büyük yanlışlıklar var. Türkiye’de 70’e yakın vakıf üniversitesi var. Mantar gibi çoğalıyorlar. Mesela Klinik Psikoloji programına 50 öğrenci alıyorlar. Alınmaz. Klinik Psikoloji programında süpervizyon vardır, bire bir çalışma vardır. Usta çırak ilişkisi vardır. Çok iyi yetişmeleri lazım. İnsanların hayatlarıyla oynuyorlar. Üç dört ders alarak yapılabilecek bir iş değildir. Ama YÖK hepsine izin veriyor. Bu noktada yükseköğretimin çok sorunları var. 

 

A.D.: 1995’te Koç’a geçtiniz. 

Ç.K.: Orada da Üstün’le ilginç bir anım var. O zaman Koç’un rektörü olan Seha Tiniç Üstün’ü tanıyor. Üstün’e demiş ki “Sıkı dur senden iki yıldız kapacağım.” Üstün, birinin ben olduğunu tahmin etmiş. Diğeri de rahmetli Murat Sertel’di, çok erken kaybettik Murat’ı. Ben Hollanda’da bir yıl geçirmiştim. Sonra döndüm tekrar Boğaziçi’ne. Çok da memnunum hayatımdan. Hatta odamdaki bazı dolapları falan boyattım. O sırada beni telefonla arayarak Koç’a davet ettiler. “Olmaz,” dedim, “sadece gelip ders vereyim.” “Dersle olmaz illa gelmeni istiyoruz,” diyerek ısrar ettiler. Uzun bir fasıl geçti, altı ay karar veremedim. Çünkü ben Boğaziçi’ni çok seviyordum, hâlâ çok severim. Altı ay sonra beni ikna ettiler. Mayıs gibi, artık o dönemin sonunda ayrılacağım, ama ben bunu Üstün’e nasıl söyleyeceğim! Boğaziçi’nde bir rektör evi vardır, ama Üstün orada kalmazdı. Fakat o sırada bacağını incitmişti galiba, onun için gündüzleri orada zaman geçiriyordu. O da tam Psikoloji’nin bulunduğu binanın yanındadır. Bu eve gittim, “Geçmiş olsun,” dedim. Koç’a geçeceğimi söyleyecektim ama söyleyemeden çıktım. Olacak iş mi? Söylemem lazım. Aynı gün akşamüstü gene gittim, “Üstün sana bir şey söyleyeceğim ama zorlanıyorum,” dedim. “Ben biliyorum zaten ne söyleyeceğini,” dedi. O zaman söyledim. Kolay olmadı yani benim Boğaziçi’nden ayrılmam. Ama Üstün “Tabii,” dedi, “bundan normal bir şey olamaz. Niye sıkılıyorsun?” dedi. Koç tabii yeni kurulmuştu. 1993’te kurulmuştu, ben de 1995’te geçtim. Yani “kurduk” diyebilirim. Psikolojiye Boğaziçi’nden eski bir öğrencim alınmıştı, Sami Gülgöz. Nitekim şimdi de dekanım benim. Çok çalışkan, vasıflı bir öğretim üyesidir. Psikolojide ikimiz vardık sadece. Ardından yine Boğaziçi’nden eski bir öğrencim, Zeynep Aycan alındı. Bunlar hep doktoralarını Amerika’da yapıp dönenler. Koç iyi başladı ama tabii Boğaziçi’yle mukayese edilmezdi o zaman. Kaliteye önem veren bir yaklaşımı vardı ve o yönde de gelişti. Psikoloji Bölümü için diyebilirim ki bugün çok üst düzeydedir, Boğaziçi’nden aşağı kalmaz. 

 

A.D.: Zaten kadrosunu da Boğaziçi’nde okumuş olup doktorasını Amerika’da yapıp dönenler oluşturuyor. 

Ç.K.: Tabii. Yine Boğaziçi’nden öğrencim Fatoş Gökşen, Amerika’da doktora yapıp Sosyolojiye döndü. Zeynep Cemalciler, o da Boğaziçi’nden. Bunların hepsi Koç’ta öğretim üyesi. Şimdi artık şu da var. Koç’tan öğrencimiz olup Amerika’da doktorasını yapıp gelen iki öğretim üyemiz var Psikoloji’de. Koç, üniversite olarak çok iyi. Öğretim üyesi başına düşen yayın sayısında çok üst düzeyde. İyi yetişmiş elemanları, iyi imkânlar da sağlayarak alabiliyor. Bu üniversitelerin her birinin hizmet ettiği bir kesim, öğrenci var. Onları iyi yetiştiriyor. Bunlar memnun olunacak şeyler. 

 

A.D.: 1993 yılında da AÇEV deneyiminiz başlıyor...

Ç.K.: AÇEV’in kurulması benim bir araştırmamdan yola çıkarak oldu. 1982-86 yılları arasında, dört yıllık bir araştırmayı yönettim. Diane Sunar ve Sevda Bekman, o da Orta Doğu’dan öğrencim, üçümüz yaptık bu araştırmayı Kanada IDRC – International Development Research Center desteğiyle erken çocukluk ve anne eğitimi konusuna eğildik. Deneysel bir düzen kurularak iyi bir araştırma yapıldı. Bu araştırmanın sonuçları bizim tahminlerimizin de üzerinde olumlu çıktı. Bağımsız değişken olarak bir kısım anne eğitiliyor, bir kısmı eğitilmiyordu. Bir de kurum bazında, çocuk bakımevlerinde veya çocuk yuvalarında erken çocukluk eğitimi alan çocuklar ve almayanlar bulunuyordu. Yani anne eğitimi ve erken yaşlarda kurumsal eğitimi iki bağımsız değişken olarak aldık. Bu eğitimden geçen çocuklar, bu imkânlardan yararlanmayan çocuklarla, yani kontrol grubuyla karşılaştırıldığında, çok daha başarılı oldular dört yıl sonunda. Anne eğitimi dediğimiz zaman, biz anneleri eğitiyoruz, annenin eğitici rolünü geliştiriyoruz, anneler kendi çocuklarını eğitiyorlar. O zamandan beri iki takip araştırması yaptık. İlk araştırma sırasında çocuklar 3 ilâ 5 yaş arasındaydılar. Bunlar 13-15 yaşına geldiklerinde tekrar onları takip ettik ve ergenlikte de bu erken eğitim desteği alan çocukların çok yönlü gelişimlerinin daha iyi olduğunu ve okul başarılarının daha yüksek olduğunu saptadık. Sonra bunlara 25-27 yaşlarındayken ulaştık. Ve hâlâ iki grubun arasında fark olduğunu gördük. Uluslararası düzeyde çok önemsenen bir araştırmadır. Bu kadar yılı kapsayan böyle bir araştırma yok. Amerika’da bir çalışma var, o da çok daha küçük bir grupla yapılmış. Araştırma sonuçlarını duyurduğumuzda, çeşitli kurumlar, kadın kuruluşları bize başvurdular, “Gelin bu eğitimleri bizde yapın,” diye. Bir süre yaptık. Ama sonra baktık ki biz buna yetişemeyeceğiz, çünkü tam zamanlı çalışan akademisyenleriz... taleplere yetişemiyoruz. Bazı fabrikalarda falan da eğitim yapıyoruz. Sonunda Sevda, yakın arkadaşları Özyeğin’ler, Hüsnü Özyeğin ve Ayşen Özyeğin’e bu konuyu açtı ve onlar sahip çıktılar, özellikle Ayşen Hanım. Ve bu programı geniş çapta uygulamak için bir vakıf kurduk 1993’te. Ben de kurucu üyelerinden biriyim. 1993’te AÇEV, adı üzerinde, bizim Anne Çocuk Eğitim Programımızı geniş bir şekilde uygulamak üzere kuruldu. Ama AÇEV son derece gelişti. Çok yönlü, büyük hizmetler yaptı ve yapıyor. Kadın eğitimine, kadın okuryazarlığına girdi. Baba eğitimi, baba destek programları geliştirdi. Okulöncesi yaz okulları, kırsal kesimde kadın destek programları gerçekleştirildi. Şimdiye kadar 700 bin kadına ulaşıldı. Hem okuryazarlık, hem anne-çocuk eğitim programı televizyona uyarlandı ve oradan da milyonlara ulaşıldı. Ve AÇEV yurtdışında da uygulanıyor, Avrupa’da Türk göçmen gruplarıyla. Arapçaya tercüme edildi. Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Bahreyn’de uygulanıyor. İspanyolcaya çevrildi, Meksika’da kullanılıyor. Şimdi de bir ihtimal Portekizceye çevrilip Brezilya’da da kullanılacak. Müthiş bir uluslararası düzeye çıktı. Büyük bir profesyonel grup var AÇEV’de çalışan. Eğitim Reformu Girişiminin (ERG) kuruluşunda da AÇEV rol aldı. 

A.D.: ERG Türkiye için çok ilginç bir deneyim. Hiçbir yere ait değil ve bu sayede her yere ait. AÇEV’deki deneyiminizle ERG’nin fon yaratma pratiğini karşılaştırabilir misiniz? ERG’nin yaklaşımı sürdürülebilir mi?

Ç.K.: AÇEV bir miktar daha sağlam temellere dayanıyor, çünkü Özyeğin ailesi çok katkıda bulunuyor ve katkısı devam ediyor. AÇEV’in böyle bir garantisi var. Ama AÇEV giderek, Dünya Bankasından, Avrupa fonlarında, Vodafon’dan, yerli kaynaklardan proje bazında çok fon aldı. Fon bulma konusunda son derece başarılı. Ayla bunları Üstün’le, ERG’yle de paylaşıyor. Daha önce de belirttiğim gibi, Üstün de fon yaratmada başarılı, ama ne kadar AÇEV deneyiminden yararlandığını bilemeyeceğim. Fon bulma konusunda ben daha ziyade izleyiciyim. O işe pek girmiş değilim. AÇEV’in kendi profesyonel kadrosu, Ayla başta olmak üzere, bu konuda kendini çok geliştirdi. Benim yine Boğaziçi’nden öğrencim olan Hilal Kuşcul ABEV’de özellikle Avrupa kadın kuruluşları fonlarından çok iyi yararlanabiliyor. Aslında Üstün’ün en büyük derdi, aklındaki problem “Bu fonları devam ettirebilecek miyiz?” sorusu. Bilemiyorum. Fon bulmak kolay bir şey değil. Amerika’da “soft money” derler. Bir sürü merkez böyle “soft money” ile geçinir, çünkü proje varsa para vardır. Her seferinde yeni proje teklifi hazırlanır. “Soft money” garantisi olmayan paradır. Onun için devamlı üstünde çalışmak gerekiyor, o da bir kadroyla oluyor. ERG’de az kişi çalışıyor. Bilemiyorum. Umarım devam eder. 

 

A.D.: Sizin AÇEV’de yaptığınız gibi, ERG de yurtdışına bir sivil toplum modeli ihraç edebilir mi?

Ç.K.: ERG dünyaya açık tabii, onu biliyorum. Bir taraftan da think tank. Think tank olarak da iş görüyor, onun için farklı bir sivil toplum modeli, AÇEV öyle değil meself. AÇEV daha ziyade hizmet ve eğitim veren sivil toplum modelidir. ERG’yi daha fazla bir think tank olarak görüyorum. Dışarıya bir model vermeye doğru gidebilir mi? Bilemiyorum. 

 

A.D.: Başta bahsettiğiniz araştırma, 25 seneye yayılan bir çalışma. Bu tabii Türkiye toplumunu yansıtan bir çalışma. 

Ç.K.: Türkiye’de yapılan bir müdahale programının değerlendirilmesi oluyor. 

 

A.D.: Türkiye’de yapılan bu çalışma dünyaya da uygulanabiliyor...

Ç.K.: İşte Avrupa’da, Arap ülkelerinde, Meksika’da uygulanıyor.

 

A.D.: Başarı kriterimiz nedir bu alanda?

Ç.K.: Oralarda da değerlendirmeler yapılıyor. Mesela Bahreyn’deki değerlendirmeden bir kitap çıktı, orada da çok başarılı buldular. 

 

A.D.: Yani sivil toplum alanında yapılan çalışmalar da gözlemlenebilir, sonuçları alınabilir çalışmalar mıdır?

Ç.K.: Tabii, ama oradaki en ciddi problem... Sivil toplum örgütleri çoğu zaman hizmete o kadar çok odaklanırlar ki yaptıkları hizmet gerçekten işe yarıyor mu, yaramıyor mu diye değerlendirme çalışmaları pek yapmazlar. AÇEV’in çok önemli ve iyi bir özelliği, her yaptığı hizmetin veya eğitimin değerlendirmesini de yapmasıdır. O da bizden geliyor. Biz akademisyenler kurduğumuz için, bizim için yapılan işin gerçekten yararlı olup olmadığını gösterebilmek çok önemlidir. Yararlı olduğunu söylemek yeterli değil. Bunun deneysel düzenle ve bilimsel olarak gösterilmesi gerekir ve biz onu yaptık. Hâlâ da yapıyoruz, devamlı değerlendirme yapıyoruz. Bu AÇEV’in çok önemli bir tarafı. ERG’de bu yok, çünkü o türlü bir iş yapılmıyor. Genel olarak bakıldığında, sivil toplumda pek böyle değerlendirme çalışmaları yapılmıyor. O bir eksiklik. 

 

A.D.: Bu değerlendirme faaliyetlerinin AÇEV’in yaygın fon bulmasını kolaylaştıran bir unsur olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ç.K.: AÇEV’in bu  kadar saygın hale gelmesi ve Avrupa fonlarını devamlı alması bu bilimsel değerlendirme geleneğinden kaynaklanıyor. Çünkü biliniyor ki AÇEV bir iş yaptığı zaman, onu değerlendirir. O iş gerçekten bir işe yarıyor mu, onu gösterir fon veren kuruluşa. Dolayısıyla güveniyorlar ve veriyorlar. Biz de onların güvenlerini boşa çıkarmıyoruz. Şu anda UNDP’den alınan bir fonla Baba Destek programlarının değerlendirilmesi yapılıyor, deney düzeniyle. Hangi konularda bir fark yaratıldığı ya da yaratılmadığı istatistik olarak saptanıyor. Ve o analizlerin sonuçları raporla veriliyor.

bottom of page