Sancar Maruflu ile söyleşi
Proje: Bir Mücadele Gazetası!
Sancar Maruflu [SM], Aytaç Demirci [AD]
Kıbrıs Şehitleri Caddesi, İzmir
20 Ocak 2016
SM: Şifa Eczanesi’nden başlayarak Milli Kütüphane binasına uzanan yolu Süleyman Ferit Eczacıbaşı bağışlamıştır. Yıllar sonra Yüksel Çakmur orayı Nadir Nadi Caddesi yaptı. Nejat Bey’i aradım, “Sancar Bey, ben buna nasıl karşı çıkabilirim?” dedi, “Nadir Nadi de bizim aile yakınımızdır. Ben ortada kaldım. Ama bir gerçek var ki babam kendi adının verilmesini istemezdi.” Gerçekten de oraya Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın adı verildiği zaman Süleyman Ferit Bey keserle gelip levhayı söküyor ve Milli Kütüphane Caddesi yazan eski levhayı asıyor. Yüksel Çakmur “Ben geri adım atmam” dedi. Ama baktık ki cadde tescil dahi edilmemiş, hâlâ Milli Kütüphane Caddesi olarak geçiyor. Bugün de aynı adı taşır o cadde.
AD: O kuşakta böyle bir eğilim var. Örneğin Adnan Düvenci de kendi adının herhangi bir yere verilmesini istemiyor.
SM: Doğrudur. Babasının adını, Yusuf Rıza’yı yaşatmıştır. Bu aile çok köklü bir İzmir ailesidir. Muhacirdirler, ama gerçek bir İzmir ailesidir. Eğitimci bir ailedir. İzmir’in ilk özel ilkokulunu kurdular. Yusuf Rıza İlkokulu özel okul, ama o zamanlar “özel” demek çok ciddi bir eğitim vermek demek. Kaliteli eğitim demek. Sonradan özel okullar “denize nazır, diploma hazır” yerler oldu, devlet okulları kıymetli oldu. Bir tek Türk Koleji kurallarını muhafaza etmiştir, onun dışında bir sürü kolejler kurulmuştur. Yusuf Rıza Okulu çok köklü, iyi eğitim yapan bir kurumdur. İzmir’in birçok ünlü ismi de o okuldan mezundur.
Adnan Düvenci bir taraftan da gazeteciliğe meraklı. O zamanlar İzmir’de Demokrat İzmir var, Sabah Postası var, Yeni Asır ve Ege Ekspres var. İzmir’de şu anda bu kadar mahalli gazete yok. Bunların satışlarını toplasanız çok komik bir rakam çıkar. O zamanlar korkunç bir okuma merakı var. Kimse şimdi gazete almıyor. Okuma oranı İzmir’de korkunç düştü, Türkiye’de düştü genel olarak.
Demokrat Parti yanlısı olmakla birlikte Halk Partisi özü değişmemiştir gazetenin. Yazarları da öyledir. Sonra Demokrat Parti’nin farklılaştığını görüyorlar, işler değişiyor ve tamamen Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüyorlar. Bu tarihten sonra yazarları CHP ile simgeleşen isimler oluyor. Naci Sadullah Daniş, Nurdoğan Taçalan, Ziya Hanhan, tabii ki Adnan Düvenci kendisi de yazıyor, Şeref Bakşık, Besim Akımsar, Nihat Paykoç, burası bir okul. İzmir’in bütün ünlü simaları o gazeteden geçmiştir, Jerfi Yener’e varıncaya kadar. Bunu sağlayan Adnan Düvenci’dir, Ziya Hanhan örneğin müthiş bir yazar ama hükümet bunun kovulmasını istiyor. Adnan Düvenci ise çok sağlam bir adam, çalışanlarına toz kondurmaz. Ali Kocatepe de başlarda burada spor muhabirliği yaptı, sonra Yeni Asır’a geçti. Bu saydıklarım köklü gazetecilerdir. Demokrat İzmir’in bünyesinde toplanan kadro böyle. Adnan Düvenci zaten çok meraklı.
Bir dönem Demokrat İzmir müthiş bir fikir gazetesiydi. Yazarlarıyla, kalitesiyle... Haftada üç gün kültür sanat eki veriyordu. Bu eklerden bir tanesini biz Günay Akarsu’yla beraber hazırlıyorduk, tiyatro üzerine olan Sanat Haftası eki. Günay Akarsu bir dev! İstanbul’dan İzmir’e sürgün gelmiş, Alaybey tersanesinde çalışıyor, elektrik-elektronik mühendisi. O zamanlar gazeteye, Attilâ İlhan’a gelip gidiyoruz. Akın Simav’ın da olduğu bir gün konuşuyoruz. Akın Simav sordu “Kimdir bu?” diye, “Günay Akarsu, tiyatrocu” dedim. Ayakbacak Fabrikası’nın içinde, genç oyuncularla birlikte. “Bu adam yayıncı, niye bizimle bir şey yapmıyor?” dedi, “Para veremeyiz ama.” “Memnuniyetle,” dedi Günay Akarsu, “her hafta bir sayfa çıkarayım.” Bir sayfa o çıkardı, bir sayfa edebiyat sayfası çıkıyordu, artı bir sayfa da aktüel sanat çıkıyordu. Resim, heykel sergilerini, tiyatro oyunlarını veren, güncel sanatı takip eden, magazin havasında bir sayfa. Tüm gençlerin takip ettiği, müthiş bir gazeteydi o yıllarda. 12 Mart’tan hemen sonra. Yeni Asır yine rakibiydi tirajda. Fakat Demokrat İzmir hem çok satan, hem de yazarlarıyla takip edilen bir fikir gazetesiydi.
Demokrat Parti’ye cephe aldıktan sonra Demokrat Parti’ye düşman olmuştur. Annem babam Demokrat İzmir okudukları için fişlenmiştir. Babam orman yüksek mühendisi, devlet memuru; annem öğretmen. Böyle sıkıntılar yaşandı.
AD: Siz Adnan Düvenci’yi de yakından tanıdınız...
SM: Babamın arkadaşı. Evimize gider gelirdi. Sonradan gözleri görmemeye başladı. Bastonla gelir, kapıda bir adamı vardı, o onu alır Chevrolet arabasına bindirirdi. Bazen Samim Kocagöz’le buluşurlardı. İzmir’in belli başlı yazar çizerleri Adnan Düvenci’nin odasına gelirdi. Ondan sonra bunlar İzmir Palas’ın yanındaki bir kitapevinde buluşurlardı. Sonradan bu kitapevini Özdemir Hazar çalıştırmaya başladı. Oradan da Veysel Çıkmazına geçer, orada demlenirlerdi. Bu onların “dem” grubuydu. Bu gruba Halikarnas Balıkçısı da iltihak ederdi.
Cumhuriyet kuşağının insanları. Adnan Bey “asortik” bir adamdı, yazın mutlaka beyaz, kışın koyu takım giyerdi. Ve mutlaka Kemeraltı’nın iyi lokantalarında yemek yerdi, o zamanın Şükran lokantası, Ekmekçi lokantası gibi... Karşıyaka’da devamlı görüştüğü dostları vardı, Ulvi Başman, Melih Pekel, orman yüksek mühendisi Kemal Gençspor.
AD: Orhan Suda ile de yakın çalıştınız.
SM: Çok çılgın, ama çok ciddi bir adamdı. Bu gazeteyi zaten o idari kadro ayakta tutmuştur. Orhan Suda gibi isimler. Ziya Hanhan birisi hakkında yazardı, mesela Kartal Makarnalarının sahibi İsmail Hakkı Ulukartal’a kafayı takardı, iki gün sonra gazeteye oradan reklam gelirdi. Reklam filan istemezdi gazete! Gazeteyi yaşatmak için çırpınırlardı.
AD: Muhalif olduğu için gazetenin reklamları da sık sık kesiliyor.
SM: Devletten reklam alamazdı, Basın İlan Kurumundan reklam alamazdı. Gazeteye daha sonra Çetin Gürel katıldı. Koordinatör oldu. Ben de Erkan Sevinç gibi amatör ruhla gazeteye çeşitli işler yapıyordum. Bir gün baktım, benim adım hiç yazılmıyor. Benimle beraber Ali Kocatepe de gelip gidiyor gazeteye, onun adı yazılıyor. Ben buna kafayı taktım. Çetin Gürel’e çıktım, “Çetin Abi ben sana fuar sayfaları hazırlıyorum, bir gün olsun adımı yazmadınız. Ali Kocatepe’nin adını yazıyorsunuz,” dedim. “Senin en son neyin var?” diye sordu. Söyledim. Ertesi günü manşet, “Sancar Maruflu’nun yazıları!” Ondan sonra ne verdimse imzalı çıkmaya başladı. Ben fiilen 12 Mart’tan sonra gazetede çalıştım. Selimiye’den çıktıktan sonra “Ne yapacağız?” diye düşündüğümüz bir dönemdi. Bu arada Güner Akarsu’yla Suat Taşer tiyatro kurdular ve İzmir’de tiyatro yapmaya başladılar. İzmir İl Halk Kütüphanesi müdürü Ruhi Mutlu yardım etti onlara. Onun desteğiyle tiyatro kursları verdiler. Ben de girdim o imtihanlara. Ciddi bir de imtihanları vardı. Evvela yazılı, sonra sözlü, nihayet kulak kontrolü yaptılar, konservatuara girer gibi. İzmir’de çok iyi bir kadro oluşturuldu. Orada yetişen insanlar bugün hâlâ Türkiye tiyatrolarındadır. O grubun yayın organı da Demokrat İzmir’deki o sayfa oldu. Edebiyata, şiire meraklılar edebiyat sayfasına şiirlerini, öykülerini verirlerdi. Tiyatroyla ilgilenenler Günay Akarsu’nun sayfasına eleştirilerini gönderirlerdi. Edebiyat, sanat, kültür sevenlere hitap eden bir gazete. Bunlarla ilgilenenler bu gazeteyi kapıyordu.
Tabii sonra Yeni Asır piyasayı ele geçirdi, tirajları da 200 bini bulunca tekelleşmeye yöneldiler. Önce Yaşar Holding’den Ege Ekspres’i aldı, öldürdü. Sonra Demokrat İzmir’i aldı, önce Rapor’a çevirdi, sonra onu da bitirdi. Gazeteler böyle bitti. Büyük balık küçük balıkları yuttu. Tabii gazetenin borçları vardı, Yusuf Rıza küçüktü, gazeteye sahip çıkamadı. Ayten Hanım da bir süre sonra bıktı, uğraşamadı. O da kabuğuna çekildi. Ayten Hanım sıradan bir insan değildi, büyük emeği vardır İzmir’e. Deli dolu bir kadındı. Ama sert bir yöneticiydi, ki sert olmak da zorundaydı. O dönemde düşünün, İzmir’in en önemli gazetesinin yönetimini üstleniyor. Genç bir dul ve çok güzel bir kadın, dillere destan bir güzelliği var. O yıllarda dul olmak zor, ne dedikodular çıkabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Ama Ayten Hanım’la ilgili tek bir dedikodu çıkmamıştır. Bu da o sertliği sayesindedir. Hem gazeteye hem de Yusuf’a çok sahip çıkmıştır.
AD: Gazetenin bu muhalif kimliğinin ilginç bir seyri var. Demokrat Parti’ye muhalefete başladıktan sonra CHP içinde de muhalefet ediyor.
SM: Akın Simav cenahına, Yüksel Çakmur cenahına ters gidenler gazeteye de ters gidiyorlardı. Elbette öyle. Süleyman Genç’in grubu, yani biz gençlerin grubu gazeteye karşıydı. Ben şahsen karşı değildim, gazetenin içindeydim zaten, ama karşı gibi görünüyorduk. Biz Demokrat İzmir’i seven, gazetenin yaşamasını isteyen bir gruptuk. Gazetenin kapandığı, Yeni Asır’a teslim edildiği gün hepimiz Veysel Çıkmazında Ferit Baba’nın meyhanesinde geç saatlere kadar keder dağıttık.
AD: Aradaki sürtüşmenin sebebi neydi?
SM: Akın Simav’a karşılardı daha çok. Bu gazetenin bir özelliği vardır, çalıştırdığı adamı tutardı. Akın Simav’ı da tuttular sonuna kadar. Sosyal Sigortalar Kurumunun binaları yapılırken o inşaatın müteahhitleriyle Akın Simav ve Akın Kıvanç birbirlerine girmişlerdi. Neler yaşanmıştır orada! Sırf gazeteye bir şey olmasın diye. Bu gazetenin tiryakileri vardı. Ama Dinç Bilgin kurnaz bir adam. Bitiriverdi gazeteyi. Demokrat İzmir bir okuldu.
Yaşar Aksoy’a ilk kucak açan gazete Demokrat İzmir’dir. Orada bir köşesi vardı. Yaşar Aksoy yedek subaylığını Kıbrıs’ta yapmıştı sanırım. Oradayken birtakım dokümanlar ele geçirdi. O dokümanları yavaş yavaş yayınladı. Böylece gazetede tutundu. Zaten Kuvayı Milliyeci bir gazete. Yoksa Yaşar endüstri mühendisidir. Onun yazar olmasını sağlayan o gazetedir. Kuvayı Milliyeci bir gazeteydi. Biz de Kuvayı Milliyeciyiz.
Beyler Sokağı’nda her 9 Eylül’de toplanır kutlama yaparız. Şeref Üsküp, Hür Efe ekibi, ki ben de dahilim ona, her 9 Eylül’de İzmir’e tören için gelen bütün efeler, şimdi onların torunları, kıyafetleriyle gelir, toplanırız. Hür Efe matbaasının önünde toplanırız, davullar çalar, hepimiz zeybek oynarız. Demokrat İzmir bizi desteklerdi, her seferinde bizi manşetten verirdi. Kuvayı Milliyeci bir gazeteydi, son nefesini verene kadar. Adnan Bey de öyleydi. Vatanperver bir adamdı.
AD: Gazete 1954’lerde DP’ye tavır almaya başlıyor. Adnan Düvenci ile Adnan Menderes karşı karşıya geliyorlar. Onun arkasında ne yatıyor?
SM: Adnan Menderes maalesef havalara girdi, çevresindekiler yüzünden. Adnan Menderes kötü bir insan değil aslında. Gerçek bir İzmirli. Etrafındaki kadro, insanlar onu farklı yönlere çektiler. Özünden bazı şeyleri kaybetti. Altay’da futbol oynamış, Karşıyaka’da futbol oynamış, İzmir’de yetişmiş, İzmir’de okumuş... Adnan Menderes ile Adnan Düvenci arasında bir kere adaşlık var. İzmir’de iki Adnan’ın ortasında resim çektirme modası vardı bir zamanlar. O kadar yakınlar birbirlerine. Koçarlı’da çiftlikte buluşuyorlar. Demokrat Parti kurulduğu zaman ilk destekleyen Adnan Düvenci’dir. İl İdare kuruluna giriyor, kurucuları arasında yer alıyor, Behçet Uz’u DP’ye geçmeye ikna ediyor... İzmir’in birçok ünlü ismini DP’ye geçmeye Adnan Düvenci ikna etmiştir. Dev bir adam. Dayanışmacı, paylaşımcı, yerine göre matrak, yerine göre çok ciddi, prensip sahibi, kocaman bir adam. Yerine göre de çok muzip...
AD: Behçet Uz’un da Adnan Bey’in kız kardeşi İrfan Hanım’la nişanlılığına uzanan bir yakınlığı var aileye... İrfan Hanım genç yaşta ölüyor, yeni nişanlandıkları günlerde.
SM: Behçet Bey için o acı bir olay. Anlatırdı hep. Uzun zaman hiç evlenmeye niyet etmiyor ondan sonra. Buldanlıoğlu Ailesi onu uzun süre sonra ikna ediyor, Behçet Bey’in akrabaları olan bir aile.
AD: Siz İhsan Alyanak’la da çok yakın çalıştınız.
SM: İhsan Alyanak, Demokrat İzmir’e sahip çıktı. İzmir’in geçmiş belediye başkanları içinde Demokrat İzmir’e en çok sahip çıkan İhsan Alyanak’tır. İhsan Bey gazetenin ekonomik sıkıntılarını biliyordu. Gazetenin yaşaması için Belediyeye her gün 150 gazete alırdı ve bunları ünitelere dağıtırdı. Ayrıca Basın İlan Kurumuna tercihli ilan kullandırırdı. Belediyenin ilanları verilecekse İzmir gazetelerine verilmesi ve Demokrat İzmir’in tercih edilmesine yönelik Basın Yayın Kurumuna bildirimde bulunurdu. Başkanlığı döneminde Demokrat İzmir’e ayrıcalık tanımıştır. İhsan Alyanak belediye başkanlığında kalsaydı belki de gazete yaşar, o hazin duruma düşmezdi.
AD: İhsan Alyanak da Yusuf Rıza İlkokulu mezunu. O yüzden Adnan Bey’e büyük bir hürmeti varmış.
SM: Son nefesine kadar çok saygılıydı. Zaten cenazesini de o kaldırdı. İzmir’in belli başlı insanları Adnan Düvenci’ye saygılıydılar. Bunların içinde Demokrat Partililer de vardı. Adnan Bey İzmir’de her kesim tarafından sevilen, sayılan bir insan. Adnan Bey bir muhalif gazetenin sahibi olmasına rağmen, çok büyük tepki alan biri değil. Ama yayın organı olarak, daha çok Adnan Bey’den sonra Demokrat İzmir’e “sol gazete” kulpu takıldığı için tepkiler olmuştur.
AD: CHP içinde de gazetenin muhalif konumda kalmasından bahsediyordunuz. Orada Ecevit nerede duruyordu? O da gazeteye yakın sanırım.
SM: Ecevit gazeteye yakındı, ama Ecevit’in gücü yoktu. Bir ara partinin gazetesi gibi olması istendi, Ecevit ona yanaşmadı. “Bunu Demokrat İzmir’le burada başlatırsam, Türkiye geneline yaymam gerekir. Bunun da altından kalkamam,” dedi. Zaten Ulus gazeteleri vardı, onunla yetinmeyi tercih ettiler. Ama destek verdiler. İzmir’e geldiğinde, İhsan Alyanak’ın gazeteye desteğini de gördükten sonra başka bir desteğe gerek duymadı. Ecevit’in kısa bir başbakanlık dönemi oldu. O dönemde basın danışmanı Turhan Aytul Bey’di. İzmir’e geldiğinde bazı temaslarda bulundu, reklam vermeleri için bazı şirketlerle konuştu. Çünkü maddi sıkıntısı vardı Demokrat İzmir’in. Matbaa kendi matbaasıydı, çok eleman çalıştırıyordu, elemanlara iyi ücret veriyordu, iyi elemanlarla çalışıyordu.
Benim sigortam da Demokrat İzmir sayesinde yapıldı. Henüz 18 yaşındayım, bir yandan Fuar’da çalışıyorum, gazeteye de gidip geliyorum. Çetin Gürel sordu bir gün “Bu çocuğun sigortası var mı?” Ben daha sigorta nedir bilmiyorum. Orhan [Suda] Bey’e sordular. Orhan Bey “Resmin var mı?” dedi, “Nüfusunu da ver.” İşte böylece sigortalı oldum, onun sayesinde de yıllar sonra emekli oldum.
Tabii gazetenin Attilâ İlhan dönemi çok önemlidir. Attilâ İlhan, İzmir’den bir rüzgâr gibi geçmişti ve gazeteye büyük renk, canlılık verdi. Gazeteye bir karizma, farklılık kattı. Attilâ İlhan’ın burada bulunduğu dönem, gazetenin çok satıldığı, çok okunduğu, gençlerin ilgi duyduğu tam bir fikir gazetesiydi. Kültür sayfalarının çıktığı, kültüre ağırlık verildiği, bu arada magazine ağırlık verildiği, modern gazetecilik yapıldığı bir dönemdi. Kalite imkânları, kâğıt imkânları Yeni Asırgibi olsaydı, belki Yeni Asır’dan daha iyi bir yere gelirdi. Ama o imkânları yoktu gazetenin. Attilâ İlhan dönemi, gazetenin kalkınma dönemidir, bir aşama dönemidir. Attilâ İlhan’ın inisiyatifiyle gençlere orada çalışma imkânları verildi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik öğrencilerine orada iş imkânları verildi.
AD: İhsan Alyanak’ın girişimiyle bir Akdeniz Oyunları festivali organize ediliyor.
SM: Organizasyonunu ben yaptım. 1971 İzmir Akdeniz Olimpiyatlarından sonra bir karar aldık. Ben de Fuar Turizm şefi olarak görev almıştım. Akdeniz Olimpiyatlarındaki Akdeniz gençlerinin, insanlarının kaynaşması, dostluk ve barış ortamı yaratmaları nedeniyle bunun devamını gerçekleştirmeye karar verdik. Her yıl İzmir’de bir şenlik düzenlemeyi düşündük ve bunun spor yerine kültür temalı olmasına karar verdik. Nasıl olacak? Akdeniz ekiplerinin folklor, halk dansları ekipleri gelsin. Ayrıca Akdeniz mutfağı temasını işleyelim, yarışmalar yapalım dedik. Böylece Olimpiyat ruhu taşıyan kültürel bir etkinlik tasarladık. İzmir’de her yıl Haziran aylarında yaptık bu etkinliği. 12 Eylül darbesiyle durdu. Muhteşem bir organizasyondu. Hatta ilk yıllarda Demokrat İzmir gibi gazetelere ilave çıkarma imkânı verdik. Demokrat İzmir de bir turizm-kültür ilavesi çıkardı, reklam ve ilan vererek biz de ilavelerini destekledik.
AD: Alsancak Stadında yapılıyor.
SM: Alsancak Stadında yaptık. Demokrat İzmir’i sponsor olarak geçirtip, onun para kazanmasını sağladık.
Ecevit Demokrat İzmir’e Turan Güneş vasıtasıyla daha yakındı. Turan Güneş, Akın Simav ve Yüksel Çakmur’un yakın dostuydu. Ayrıca benim de avukatımdı, 15-16 Haziran olaylarında. O zaman biz şöyle bir “kurtluk” yapmıştık. 15-16 Haziran olaylarında yakalandım, 68 kişiyle birlikte Selimiye’ye kapatıldım. Bunların içinde aşağı yukarı 23 kişi CHP üyesiydik. Arkadaşlara dedim ki “Halk Partisi Kartal Gençlik Kollarından olduğumuzu açık açık söyleyeceğiz.” Ve böyle bir karar aldık, ifade verirken de bunu söyledik. Avukatlarımız vasıtasıyla da CHP Genel Merkezine ve İsmet İnönü’ye bilgi gönderdik. Araştırıyorlar ve aramızdan iki kişinin asil, birinin yedek olmak üzere Kartal Gençlik Kolları yönetim kurulu üyelerinin aramızda olduğunu tespit ediyorlar, ki bunlardan biri de benim. Kritik de bir durum, basında da yer alıyor. Bunun üzerine İsmet Paşa, Turan Güneş’i bize avukat tayin ettiler. Turan Güneş geldi ve bizim vekâletimizi alarak avukatımız oldu. Sıkıyönetim Mahkemelerinde bizi beraat ettirdi. Akıllı bir avukattı. O günlerden Turan Güneş’le bir yakınlık kurduk. CHP içindeki mücadeleler sürecinde öğrendik ki Akın Simav ve Yüksel Çakmur bir grup olmuşlar. Bunlar CHP içinde Turan Güneş’in de içinde bulunduğu gruba yakınlar. Bu tabii Ecevit döneminin CHP’si. O yıllardaki CHP gazeteye destek vermiştir. İsmet Paşa’nın zamanında ise Demokrat İzmir’in böyle bir desteğe ihtiyacı yoktu. Demokrat Parti, herkese davrandığı gibi davranmıştır. Evet, DP’nin muhalif basına baskısı vardı ama bu baskı şimdiki AKP’nin bazı basın organlarına uyguladığı şiddette değildi, o kadar gaddarca değildi. Yine de fırsat eşitliği vardı. 1950’li yıllardaki İzmir matbuatını incelediğimde baskı olduğunu görebiliyorum, fakat iktidarın çok fazla desteklediği, arka çıktığı bir gazete de yok İzmir’de. O zamanki Yeni Asır da bugünkü gibi değil. Ali Şevket Bilgin’in gazetesi de böyle değil, gerektiğinde her şeyi yazıyor. Onun için iktidar da basına çok gaddar davranamamıştır.
Kaya Çelikkanat ile söyleşi
Proje: Bir Mücadele Gazetası!
Kaya Çelikkanat [KÇ], Aytaç Demirci [AD]
Balıklıova, Urla
14 Eylül 2015
KÇ: Önce kendimden başlayayım. Demokrat İzmir’de üç kez kovularak en çok çalışan kişiyim. Üç döneme ayırıyorum. Birinci dönem İlhan Esen’in yazıişleri müdürlüğü dönemi, Adnan Düvenci zamanı. Üç dönem Adnan Düvenci, Ayten Düvenci ve Yusuf Düvenci zamanı. Genel yayın yönetmenimiz İlhan Esen’den sonra Cahit Yamaç, ardından Atillâ İlhan. Attilâ İlhan döneminde gazeteyi Yeni Asır satın aldı.
Demokrat İzmir’in kuruluşunu anlatacak değilim uzun uzun. Ama ilginç birkaç noktayı saptamak istiyorum. Demokrat İzmir 1946 Aralık’ı, 24 Aralık’ta galiba kuruldu. İzmir olarak kuruldu. Ortakları arasında Osman Kibar da vardı. Fakat gazete kapatıldı, temyiz ve mahkeme kararıyla. Ertesi gün İzmir gazetesi Demokrat İzmir oldu. İlginç bir bağlantı daha, Demokrat Parti ile Demokrat İzmir’in yıldızları birlikte doğdu. Demokrat Parti de Demokrat İzmir’den birkaç gün sonra kuruldu. Demokrat Parti’yi iki Adnan kurdu, iki Adnan bitirdi, batırdı. Adnan’lardan biri Adnan Menderes, diğeri Adnan Düvenci, patronumuz. İkisine de Allah rahmet eylesin. Demokrat Parti’nin kuruluşunda başrollerde Adnan Menderes birinci plandaydı, Adnan Düvenci de gazetesiyle birinci plandaydı, önemli kuruculardan biriydi. Adnan Düvenci de Adnan Menderes kadar önemliydi partinin kuruluşunda. Fakat sonra araları açıldı ve Demokrat İzmir çok ağır muhalefet yaptı. Zaten muhalif gazeteydi. Karşıt doğdu, karşıt öldü. Yeni Asır’a devrettiğimiz zaman kendimizi, muhalif gazete olmaktan hiç vazgeçmemiştik. Demokrat İzmir, dünyada hiçbir yayın organında olmayan bir özelliğe sahipti. Çalıştırdığı üstün kalemlerden dördü beşi Nobel ödülü alacak güçteydi. Halikarnas Balıkçısı, Attilâ İlhan, Aziz Nesin, Kemal Bilbaşar, Rifat Ilgaz. Bunlar hep Demokrat İzmir’de yazdılar. Demokrat İzmir’in kapıları yasaklı bütün kalemlere açıktı, cesurdu. Rahmetli Adnan Düvenci, çok cesur, açık sözlü, kavgacı bir adamdı, savaşçı bir adamdı. Bir Naci Sadullah Daniş’i vardı, ki çok kavgacı bir kalemdi. Böyle bir gazeteydi Demokrat İzmir.
AD: Peki nasıl bir patrondu Adnan Düvenci?
KÇ: Adnan Düvenci, espriyi seven, lafı gediğine oturtan, dışarıdan biraz sert görünümlü, fakat içi son derece yumuşak... Dışı sert, içi yumuşak insanlardandı. Birebir yaşadığım için biliyorum. Benimle de şahsen ilgilenmiştir. Savaşçı, fakat aynı zamanda merhametli kişiydi.
AD: İlk tanışmanız nasıl oldu?
KÇ: Ben Demokrat İzmir’de göreve başladığımda hâlâ Çorlu’da yedek subaydım. Orada komutanlarım, 27 Mayıs döneminde onların konuşmalarını ben yazdığım için bana torpil yaptılar ve bir ay önce terhis ettiler. Adnan Bey’in zaten bende aklı vardı. Nerden duyduysa, beni almayı kafasına koymuştu. Daha askerden dönüp eve girdim, ertesi gün Demokrat İzmir’de göreve başladım. Hatta o ara iki maaş aldım. Hem Türk ordusundan, hem Adnan Düvenci’den. Primlerim de bir ay hem Emekli Sandığına, hem SSK’ya kesildi. İşte orada 1960’ta Demokrat İzmir’de başladım. Fakat biraz da arıza bir çocuktum, deli dolu bir çocuktum. Demokrat İzmir’de de sert, keskin kalemler vardı. Bunlarla çalışmak nasip oldu. Halikarnas Balıkçısı, Kemal Bilbaşar, hele hele Ahmet Angın. Biz Ahmet Angın ile Kirpi diye bir gazete de çıkardık...
Benim birinci kovuluşum şöyle oldu. Biz Demokrat İzmir’de biraz başkaldırdık. Özellikle rahmetli Ayten Hanım’a. Karışmasın, yazıişlerine girmesin... Çünkü Demokrat İzmir tarihinde yakılıp yıkıldığı için, daha önlem alan bir yapısı vardı. Kapıcılarımız genel müdür gibiydi, kolay kolay kimse giremezdi içeriye. Düvenci de disiplinli bir insandı. İki Adnan arasındaki kavga 1959’da doruğa tırmanmıştı. Bizim yazıişleri müdürümüz Şerif Bakşık, şimdiki gibi 100 yılı aşkın davalarla karşı karşıyaydı, şimdiki gibi. Sürekli davalar açılıyordu gazeteye. Ben o sırada yedek subaydım. Ve Adnan Menderes’in buyruğuyla, İzmirli Demokratlar gazeteyi bastılar, önemli kişiler. Osman Kibar girmedi içlerine, o kızardı onlara. Ve gazete basıldı, yıkıldı, makineler parçalandı. Ve o olay Yassıada Mahkemelerinde en ağırlıklı davalardan biri oldu. Demokrat İzmir’in basılması, yıkılması çok yer tuttu. Anayasa o zaman da, şimdi olduğu gibi dikkate alınmazdı, günde üç defa çiğnerlerdi, Erdoğan gibi. O zaman da buna benzer gelişmeler olmuştu. Adnan Menderes demokrasi yolundan sapmaya başlamıştı. Yani Demokrat Parti Adnan Menderes diktatörlüğüne yürür gibi olmuştu. Gerçi Celal Bayar gibi isimler vardı, bunu önlemek isteyenler vardı, ama Menderes ilahlaşmıştı. Bugün Erdoğan’ın durumunu düşünün, Adnan Menderes’in de “hayranları” olmuş, çocuklarını kesmeye kalkanlar olmuştu. Türkiye kendi putunu yaratıp tutan, geri kalmışlıkla ileri gitmişlik arasında, arafta kalmış bir ülke hâlâ.
AD: Dava sürecini de izleme şansınız oldu mu?
KÇ: Dava başladığında yedek subaydım. Döndüğümde dava sürüyordu.[1] Demokrat İzmir gazetesinde çalışmaya başladığım günlerde dava sonuçlandı. O yanlış bir karar oldu tabii, asılmalar 27 Mayıs’a gölge düşürdü.
27 Mayıs’ta verilen idamlar başta Adnan Bey, her aklı başında insan tarafından hoş karşılanmadı. 27 Mayıs çok güzel bir anayasa yaptı. Bugünle kıyaslarsan, 27 Mayıs döneminde bugünkünden çok daha fazla özgürlük vardı. Küçük bir örnek vereyim. Aydın Yalçın, profesör. Nilüfer Yalçın, profesör. Karı koca bunlar Demokrat Parti’nin militanlarıydı, amigolarıydı. Kendileri dergi çıkarırlardı. Profesörler, ama kraldan fazla kralcılardı. Bugünün Mehmet Barlas’ı gibi, amigoluk yapıyorlardı. Onlar da o tipten... Demokrat Parti’nin devamı Adalet Partisi kuruldu. Ragıp Gümüşpala, orgeneral, genel başkanı oldu. Orada danışıklı dövüş de var tabii, orduyu hoş tutmak için böyle bir tercihte bulundular. Karşıyaka’da ilk kongresini yapıyor Adalet Partisi, Aydın Yalçın çıktı, ihtilalcilere verdi veriştirdi, ağır bir konuşma yaptı. Bunu biraz da Adalet Partisi’nden milletvekili seçilebilmek için ön plana geçme düşüncesiyle yaptı. Doğal olarak mahkemeye verildi. Demokrat İzmir’den tek izleyen de benim, siyasi muhabir olarak. Hatta Halit Kıvanç’la gitmiştik duruşmaya, “Kaya ben de izlemek istiyorum bu duruşmayı” demişti. Mahkeme başkanı “Nedir?” dedi. Konuşmaları aynen yazdığımı söyledim. “Kendisi burada, farklı bir şey yazdıysam söylesin,” dedim. Aydın Bey, “Doğrudur,” dedi, “benim konuşmamı aynen yazmış. Eksik, fazla yok.” Yargıç biraz ikircikli, “Peki Kaya Bey, bir gazeteci olarak nasıl yorumluyorsunuz durumu” dedi. Yani “Beni rahatlat” gibi bir şey söyledi. “Sayın yargıç,” dedim “Aydın Yalçın konuşurken salonda bulunanlar çılgınca alkışladı. Hepsini hapse mi atacaksınız?” O, Aydın Yalçın’ın aklanmasına yol açtı. Hatta Demokrat İzmir’de bir iki arkadaş “Bizim gazetemizi yakıp yıkan adam için niye öyle söyledin?” diyerek sitem ettiler. Ben gördüğümü söyledim. Halit Kıvanç da benim ifademden sonra “Kaya, bu açıklamadan sonra yargıç bunu bırakabilir” demişti.
Bizim gazetemizin basılmasıyla ilgili araya bir küçük anı daha alayım. Bir Nihat Dağdelen’imiz vardı. Hareket gazetesini çıkardı sonradan. Türkiye’nin en küçük gazetesi, en ucuz gazetesi. Çok ilginç bir tipti. Biraz megalomandı. Abartmayı severdi. Abartması yalana kadar giderdi. Rahmetli patronum Nihat’ın bu atıcılığından pek hoşlanmazdı. Nihat gazetenin basıldığı gün “Şöyle savundum, böyle yaptım” diye atıp tutardı. Ben o gün yoktum tabii, daha yedek subaydım. Bir gün Adnan Bey’le konuşurken “Beyefendi,” dedim, “Nihat o gün epey direnmiş baskına gelenlere.” Biraz sinirlendi, biraz güldü, “Yok be gardaşım,” dedi, “üçüncü katın penceresinden kaçarken az daha düşüyordu tepetaklak.” Nihat’a tabii bunu söylemedim.
İlginç bir anı daha. Biz Körfez ilçelerinde seçim öncesi Naci Sadullah Danış bir yere, Ahmet Angın bir yere, ben bir yere gittim. Nihat Dağdelen de Menemen’e gitti. Bir iki gün dolaştık, seçim izlenimlerimizi yazdık, geldik. Dönüşte masraflarımızı yazdık içeri verdik. Naci Abi yazdı, yüz elli lira, ben yazdım yüz lira, Ahmet Angın yüz yirmi beş lira, neyse... Nihat Dağdelen de yazmış masrafını ama koca bir sayfa döküm yapmış, içtiği çayın parasını da yazmış. Düvenci ona kızacak ya bir vesileyle... Bir de verdiği bahşişi de yazmış. Tabii kızdı Düvenci, içerden bağırdığını duyuyoruz, “Gardaşım benim gazetemin cebinden sen nasıl bahşiş ödersin, kendi cebinden öde!” Bahşiş önemli bir şey değil. Adnan Bey para konusunda güvenirdi adamlarına.
Saruhan Ayber’imiz vardı, yazıişleri müdürümüzdü. İlginç, matrak bir kardeşimizdi, Allah rahmet eylesin. Bir gün Devlet Tiyatroları İzmir Müdürü Ragıp Haykır’ı arıyor, “Ragıp Bey, ben Demokrat İzmir gazetesi yazıişleri müdürü Saruhan Ayber. İki davetiye istiyorum.” Ragıp Bey, “Buyurun, gönderin adamınızı aldırın,” diyor. Saruhan da “Kapıcıyı gönderiyorum,” diyor. Kendisi gidiyor, Ragıp Haykır’a “Beni Saruhan Bey gönderdi,” diyor, alıyor davetiyeleri. Kolay mı Hidayet’i ya da Cemal’i göndermek? Gitmez, “Sen git,” der. Kapıcılar, kral.
Bizim gazetede Nurdoğan Taçalan önemli bir kardeşimizdi, istihbarat şefiydi. Bir gün Tuborg kazanında işçi boğuldu. Selçuk Yaşar’ın Tuborg’u o zaman yeni kurulmuş. O haberi “Saruhan kullanmasan iyi olur” diye konuştuk. Ya büyüt, ya da hiç kullanma. Küçük yer İzmir. “İstersen Ayten Hanım’a da sor.” O kullanmış, üçüncü sayfada, tek sütun. Kıyamet koptu, Selçuk Yaşar ilanları kesti, Ayten Hanım da Nurdoğan’ı kovdu. Tabii Nurdoğan’ın gitmesi iki nedenden beni rahatsız etti. Hem yakın arkadaşım hem de biliyorum yük bana kalacak. O zaman Attilâ İlhan yazıişleri müdürü. Gittim, “Attilâ Abi,” dedim “Nurdoğan giderse ben de giderim.” “Kaya,” dedi, “beni sokma o işe. Sen Ayten Hanım’la daha samimisin. Kendin git konuş.” Biz Ayten Hanım’la arada bir Maksim’de yemek yerdik. Olanları anlatırdım. Bana bir gün “Sen Okan’ı, Şerif Tahmisoğlu’nu, Zafer Alatay’ı alıyorsun, gidip kafayı çekiyorsun. Onlar sonra şef müdür olarak seni dinlemez,” diye kızıyordu. “Ayten Hanım, dinlerler,” diyordum, “Onlar manşetlik bir haberle geldikleri zaman ben onlara üç gün izin veriyorum.” “Yapma, izin de mi veriyorsun?” diye çıkışmıştı. Attilâ Abi öyle deyince gittim. “Ayten Hanım, Nurdoğan’ı çıkarırsak yerine birini bulamayız. Bu çocuk İstanbullardan geldi,” dedim. Selçuk Yaşar’ın adamları vardı, Erkin Usman, Ahmet Yazıcıoğlu gibi, ona “baba” derlerdi. Biz gazeteciler büyük sermaye patronuna iyi gözle bakmayız. Ama bu arkadaşları tanırdım. Ayten Hanım’a araya birilerini sokup Selçuk Bey’i ikna edeceğimizi söyledim. Attilâ Abi de destekleyince Ayten Hanım “Tamam,” dedi, “ama, o koltuğa oturtmam artık onu.” Ne yapacağız? Attilâ Abi “Kaya uzatma, sen otur o koltuğa,” dedi. Zaten genel sekreterim, bir sürü işe koşuyorum. Ama kabul ettim, o koltuğa da oturdum. Nurdoğan’a da bir oda verildi, “Leyleğin Öyküleri” diye bir köşe yazmaya başladı ve de tutuldu. Tuborg kazanında işçi boğulması olayı bizi aylarca yordu. Sonra Selçuk Yaşar ikna oldu. Çünkü kasıt yoktu. Yine de o ufacık haber yüzünden Tuborg satışları yarı yarıya düştü. Çünkü Demokrat İzmir önemli bir gazeteydi.
Rahmetli Mustafa Tüzün Adliye başmüfettişiydi. O zaman Adliye başmüfettişi İzmir’de bütün yargı erkinin, yargıçların, savcıların bağlı olduğu bir makam. Onun bir raporuyla Şırnak’a sürülebilirler. Emekli olduğunda bana daktilosunu hediye etti. O günlerde kalabalık bir kadromuz vardı. Özdemir Hazar İstihbarat şefimiz, ben Siyasi muhabir. Bir gün daktiloyla kendimden geçmiş gibi yazıyorum, takır takır... Daktilonun sesi İstihbarat odasında arkadaşların gürültülerine karışıyor. Bir ara tüm sesler kesildi, bir tek benim daktilonun sesi takır takur çıkıyor. “Bir şey var galiba” dedim, ama bir yandan yazmaya devam ediyorum. Rahmetli Düvenci, gelmiş. Gözleri görmüyor, ama gazetenin her köşesini karış karış ezbere biliyor. Durdum, kafamı kaldırdım. Ben durunca “Kaya Bey gardaşım, sen bu daktiloyla yazı mı yazıyorsun, savaş mı ediyorsun?” dedi. Gazetede olan her şeyle birebir ilgilenirdi. Ben de yazdıklarımı istihbarat şefine, yazı işleri müdürüne okumaz, doğrudan Adnan Bey’e götürür okurdum. Satır satır tüm gazeteyi takip ederdi. Gazetenin gerçek yazıişleri müdürü, gerçek genel yayın yönetmeni, gerçek yöneticisi Adnan Düvenci’ydi. Gazetenin manşetlerini de o atardı, ki laf oturtmakta üstüne yoktu. Taşı gediğine koyan cinsinden... Bir gün Osman Kibar belediye başkanı, Mehmet Karaoğlu da Adalet Partisi İzmir il başkanı. Bunlar geçinemiyorlar. Osman Kibar cerbezeli bir adam, oynak, hareketli bir adam. Mehmet Karaoğlu da tam tersi, dürüst adam. Otelci. Bir gün Mehmet Karaoğlu’nun otelinde konuşuyoruz. Ben biraz konuyu açınca, Osman Kibar’a verdi veriştirdi. O zaman Demirel başbakan. Osman Kibar’ın da çok ünlü olduğu, ününün yurtdışına taştığı zamanlar. Ben yazdım haberi, Adnan Bey’e çıktım. Haberi okudum, bir de olan biteni anlattım. “Yapma yahu! Bunları söyledi mi?” dedi. “Söyledi beyefendi” dedim. Ve yaptık haberi. “Bunu manşete çıkalım gardaşım Kaya,” dedi. Yalnız “Tekzip gelir mi?” diye sordu. “Tanıdığım Mehmet Karaoğlu tekzip etmez,” dedim. Bunları yazabilir miyim diye Mehmet Karaoğlu’na sormuştum. “Kaya Bey bildiğin gibi yap” demişti. Biz de manşete çıktık, beş sütun. Ve Belediye Başkanı Osman Kibar, kendi partisinin il başkanını mahkemeye verdi. Onu gördüğümde takıldım, “Osman Abi, senin beni mahkemeye vermen gerekir.” “Sen karışma oğlum, sen görevini yaptın,” dedi bana. Demirel bile onları kolay kolay barıştıramadı, bir iki yıl sürdü aralarındaki gerginlik.
AD: Demokrat İzmir önemli bir gazete. Bu önemi nereden geliyor? Kimler okuyor gazeteyi?
KÇ: Demokrat İzmir, İzmir’in Cumhuriyet gazetesiydi, o zamanki Cumhuriyet’i. Hürriyet bir milyon satardı, Cumhuriyet yüz bin satardı ama Cumhuriyet’in etkisi, Hürriyet’in etkisinden iki misli fazlaydı. Entelektüel gazete. Demokrat İzmir de İzmir’in entelektüel gazetesiydi. Okuyanlar aydın insanlardı. Bir bulvar gazetesinin okuyucusuyla bir Cumhuriyet’in okuru bir değildir. Okumadığı halde, gazeteyle görünmek için alanlar olurdu. Demokrat İzmir karaborsaya düşmüş bir gazeteydi. Gazetenin en önemli özelliği iktidarlara muhalefet yapmasıydı. Bu muhalifliği en iyi şekilde başarabilen çok güçlü kalemler vardı. Naci Sadullah Daniş örneğin, savaşçı bir kalemdi. Kalemşordu. Ahmet Angın beş dil biliyordu. Kemal Bilbaşar, büyük ödüller alan Cemo romanının yazarı. Rıfat Ilgaz’ı, Aziz Nesin’i söylemeye gerek yok. Daha ne olsun? Demokrat İzmir’in önemi, bu yasaklanmış kalemlere kapılarını, sütunlarını açmasıydı. Bu zaten önemli olan gazetenin değerini artırıyor, ikiye üçe katlıyordu.
AD: Bu yasaklı kalemlere kapılarını açtığı için baskı görür müydü gazete?
KÇ: Baskı görmez olur mu? Basıldı, kırıldı, döküldü. Menderes döneminde birçok yayın yasağı getirildi. Geçenlerde Sözcü gazetesi yazarlarının köşeleri boş çıktı. Onu Demokrat İzmir kaç kez uyguladı. Hatta yayın yasağı konulurdu. İsmet Paşa’nın kafasına Uşak’ta taş atıldı. Adamlar onu nasıl anlattılar? “İşte, İsmet Paşa özellikle olay yaratmak için atılan taşa kafasını uzattı, kendini yaraladı!” Öyle savunmaları oldu Demokratların. Onlar da az komiklik yapmadılar. 6-7 Olayları, gazetenin basılması, hep Adnan Menderes’in buyruğuyla. Büyük hataları oldu. Ama bugünkülerle kıyaslayınca onlar zemzemle yıkanmış sayılır.
Demokrat Parti, Yeni Asır gazetesini beslerdi. O zaman kâğıt tahsisini devlet yapardı. Bize zoraki bir verirse, onlara on verirdi. Hatta Yeni Asır elindeki fazla kâğıtları satardı. DP Yeni Asır’ı ihya etti. Yeni Asır’ın sahipleri, ki biri Dinç’in amcası Behzat Bilgin milletvekiliydi, diğeri de Dinç’in babası Şevket Bilgin Cemiyet’in başkanlığını yaptı. 120 yıllık gazeteyi, Ali’nin külahını Veli’nin külahına geçirir gibi Dinç’in elinden aldılar. Gazeteyi, televizyonunu aldılar.
Benim Yeni Asır’a girmem de ilginç olmuştur. Demokrat İzmir, Yeni Asır’a geçtiği zaman biz itiraz ettik. Dinç Bilgin olduğu gibi bütün kadroyu aldı ve Rapor gazetesine çevirdi. Bana Ayten Düvenci “Kaya, Dinç Bilgin iki misli para veriyor. Sen de git,” dedi. “Ayten Hanım ben gitmeyeceğim,” dedim. Gitmedim. Yusuf’u kandırmak için bir gün Ay meyhanesine gittik. Orada içiyoruz. “Patron, sen bu gazetenin sahibisin. Bu gazete elimizden çıkarsa etrafında kimse kalmaz. Kemaraltı’nda bugün yürüdüğümüzde herkes selam veriyorsa, bu gazete sayesinde,” dedim. Ki İzmir Spor yönetim kuruluna en çok oyu alarak girdik. CHP’ye ben hasbelkader girdim, hasbelkader politika da yaptım; belediye meclisi encümen üyeliği yaptım 1973-77 arasında. Tansaş’ın kuruluşunda yer aldım. Düşünün Arif Ertunga, Necip Mirkelamoğlu, Maliye Bakanı Şevket Adalan, noter Bahri Pehlivanoğlu, bu mütegallibe grubunu devirdik biz. Ben de CHP’nin yönetim kuruluna girdim en çok oyu alarak. Yusuf Düvenci’ye bunları anlattım, ama artık bitmişti iş. Ben gitmedim. Çok prensip sahibi bir insan olduğumdan değil, gitmek istemedim. Sonra İzmir Gazeteciler Cemiyetinin yönetim kurulunu ele geçirdik. Önceden Yeni Asır’ın güdümündeydi. Yeni Asır’ın kadrosu, hep DP iktidarına yakın olduğu için birçok imkân da koparmıştır onlardan. Cemiyet sekreterimiz Abidin Oktay bugünkü Cemiyet binasını o sayede elde etmiştir. Bugün Cemiyet’in bir varlığı varsa hep o zamandan kalmadır; Basın Sitesi, Çeşmealtı’ndaki arsa...
AD: Bugünkü siyasi durumla kurduğunuz paralellik itibarıyla soruyorum. Bugün basının üzerinde büyük bir baskı olduğu söyleniyor. İktidar bir telefon açarak gazetecileri kovdurabiliyor. Sizin üzerinizde de bu türden bir baskı olur muydu?
KÇ: DP döneminde bu ölçüde yoktu. Fakat ipler Menderes’in elindeydi. İstediği kişiyi cezalandırma gücü bugünkü kadar yoktu. Yargı direnebiliyordu. Darbe olduktan sonra Türkiye gerçeğe yakın bir demokrasi yaşadı, 1960-70 yılları arasında. Bugünkü demokrasiden başka her şeye benziyor. 1960-70 yılları arasında demokratik bir düzen oluştu. Hatta Türkiye İşçi Partisi, milli bakiye, ulusal artık derken 15 milletvekili kazandı. Mecliste her türlü siyasi dil konuşulur oldu. Sonra 1971’de bir askeri darbeye daha maruz kaldık. O darbe sırasında biz Attilâ İlhan’la birebir görev aldık. Nasıl oldu? Attilâ ağabeyin Ecevit ile arası çok iyiydi. Ben de CHP’nin yönetim kurulunda olduğum için arada bir buluşurduk. O zaman Ecevit’in artık parladığı zamanlar, İsmet Paşa’yı devirmeye yakın dönemleri. Bir gün Ecevit gazeteye geldi, İstihbarat odasında “Kaya Bey, Ulus gazetesine de bakar mısınız?” dedi. “Bülent Bey bakarım ama Ayten Hanım’la görüşmeniz lazım,” dedim. “Zaten onu ziyarete geldim,” dedi ve Ayten Hanım’ın yanına çıktılar. Bir süre sonra Ayten Hanım’la birlikte geldiler, Ayten Hanım “O, Kaya’cım, Ulus gazetesinde göreve başlıyormuşsun!” dedi. “Ayten Hanım kovuyor musunuz beni?” dedim. “Yok canım ne münasebet, onurdur bizim için,” dedi. Böylece ben Ulus gazetesine de yazmaya başladım. Adnan Bey hayattayken istihbarat şefi Özdemir Hazar ile siyasi muhabir bendeniz ajans gibi çalışırdık. Bir iki saat geç çıkardık gazeteden. O zamanki Vatan, Hür Vatan ve Kim dergisine servis yapardık. Adnan Bey de bilirdi. Gazeteye bir kayıp verdirmezdik. Tabii bazen kızdığı da olurdu. Yön’e yazdığım bir yazıdan sonra “Gardaşım biz sana yazı yazdırmıyor muyuz?” diye çıkışmıştı. “Efendim yeni bir dergi,” falan diye savunmaya çalışmıştım ama bu olayın gazeteden ilk kovuluşumda da etkisi oldu. İlk kovuluşumda, 1962-63 yıllarıydı, biraz yaramazlık yapmıştım.
İzmir Gazeteciler Sendikası vardı. O zaman askerler 212 sayılı yasayı çıkardılar. Bütün patronlar lokavt ilan etti, Adnan Bey hariç. Adnan Bey de kızmıştı ama ses çıkarmadı. Daha sonra birlikte Kirpi’yi çıkardığımız Ahmet Angın ile bir muhtıra hazırladık. O zaman kapıcılar genel müdür gibi. Eşimizi dostumuzu içeri sokmuyorlar.
Neticede gazetede gördüğümüz sorunları eleştiren bir muhtıra verdik. Adnan Bey’e okumuşlar, çağırdı. “Gardaşım sen gazetemde tahrikat yapıyormuşsun,” dedi. “Beyefendi, kim söylüyorsa çağırın yüzleşeyim. Biz bir yazı hazırladık, herkesin imzası var.” Tabii hepsi sonra caymış. Bir Ahmet Angın ile ben kaldım. Ahmet kovulmadı, ben kovuldum. Ben yüzleşmek istediğimi söyleyince Adnan Bey lafı uçuran arkadaşı çağırttı. Adnan Bey’in gözleri görmüyordu o zaman ama gazetenin duvarlarında gözleri vardı. Bu arkadaş yüzleşmek istemeyince kaçtı, gelmedi. Böyle olunca Adnan Bey sinirlendi, iddiası havada kaldı çünkü. Buna bozulduğu için “Gardaşım bu koşullarda seninle çalışamayacağız galiba,” dedi. “Siz bilirsiniz beyefendi,” dedim. Sabah Posta’sına yazıişleri müdürü oldum sonra. Ondan iki üç yıl sonra da yine döndüm.
AD: Bir sürü dünya çapında kalem var gazetede. Bu insanlar İzmir’de en çok nerede vakit geçirirdi? Birlikte müdavimi oldukları lokal, meyhane var mıydı?
KÇ: O dönemin ünlü şairlerinden Ümit Yaşar Oğuzcan kekemeydi. Özdemir Hazar’ın da İzmir’e geldiği zaman... Biz konuklarımızı meyhanede ağırlardık. Ben kendime göre Şükran lokantasında ya da Üçüncü Beyler Sokağında Denizlili Mehmet Abi var, topal, “Kürdan meyhanesi” derdik. Ümit Yaşar Oğuzcan’ı oraya götürdük. İçince dili biraz açılır gibi oldu ama kekeme. Ona bir şaka yaptık, dili çözüldü. “Ulan hergeleler,” demişti, “nice profesörler çözemedi dilimi, siz çözdünüz.” Misafirlerimizi meyhanede ağırlardık. İzmir Gazeteciler Cemiyeti olarak Maksim’i çalıştırdık. Şu andaki Cemiyet binamızın altında Sibel diye restoran gece kulübü vardı. Dışarıdan revüler gelirdi. Mustafa Boloğlu’nu müdür yapmıştık oraya. Ama sirozdan öldü, Allah rahmet eylesin. İzmir Gazeteciler Cemiyeti para kazandırıcı işler yaptı. Hacı seferi bile yaptık. Kurayla üç arkadaşımızı hacca göndereceğiz. Kurada çıka çıka Behçet Karayazıcı çıktı. Allah rahmet eylesin. Behçet Abi içki içmeden duramayan bir adam. Bir kasa rakıyla hacca gönderdik. Cemiyet hareketli bir yerdi.
AD: Attilâ İlhan ile de çıkar mıydınız?
KÇ: Attilâ İlhan ile gazetedeki ilişkimiz beş yılı aşmıştır. 12 Mart darbesi oldu. Önce İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, Çetin Altan, bir ön grup Cemal Madanoğlu’nun öncülüğünde darbe girişimine hazırlanmışlardı. Bunlar o dönemin önemli kalemleri. Bunların darbe yapacağı ordunun tepesindeki kumandanların kulağına gidiyor, asker daha önce davranıyor. Faşizan bir darbeydi. İlk günü, Attilâ ağabey ile bunları konuşuyoruz. “Kaya, bu faşizan bir darbe,” dedi. İlk teşhisi koyan kişidir. O gün CHP il yönetim kuruluna getirdim konuyu. Sabaha kadar tartıştık. Saat sabahın üçü, dördü gibi bildiri yayınlamaya karar verdik, bu faşizan bir darbedir, hepimizi alıp götürecekler diyerek. Kaya Bengisu haklı olarak, “Arkadaşlar” dedi, Bülent Ecevit o zaman genel sekreter, “onu ezmeyelim, çiğnemeyelim, bir görüşünü alalım. Sabaha karşı Bülent Bey’i aradı. Bülent Bey, “Ben bir basın toplantısı yapacağım, lütfen erteleyin,” diye kibarca ricada bulundu. Biz uyduk. Attilâ İlhan’ın teşhisinden iki gün sonra Bülent Bey açıklama yaptı, “Bu faşizan bir darbedir,” dedi ve bir ekleme yaptı, “Bu darbe bana karşı da yapılmıştır.” Bu eklemenin isabetli olup olmadığını artık tarih yazacak. Pek çok insan 12 Mart’ın gerçek yüzünü göremedi. Başta Çetin Altan, övgüler yazdı 12 Mart’a. Nihat Erim onun arkadaşıydı. Tamam, Nihat Erim demokrat bir adamdı. Çetin Altan o konuda çok yanıldı.
AD: Demokrat İzmir’in 12 Mart’a karşı tavrı neydi?
KÇ: Biz gazete olarak zaten darbeye karşıydık. İzmir o zaman yine demokratlığını gösterdi. Hatta olayın içinde Osman Kibar’ın bizim lehimize dahli vardı. Osman Kibar, Namık Kemal Şentürk’ün de, Cemal Süer’in de ağabeyleri gibiydi. Aleyhinde yazardım ama demokratlığı ondan öğrenmişimdir. Ondan ve Süleyman Demirel’den. Demokrat İzmir olarak aleyhinde dünya kadar yazı yazmamıza rağmen Osman Kibar bizi hoş tutmuş, “Sen görevini yapıyorsun,” demiştir. Şentürk de, Süer de Osman Kibar’ın sözünden çıkmazlardı. Hatta takılırdım, “Osman Abi, dünyanın en büyük mafyası sizsiniz.” “Hadi lan ordan! Nerden çıkıyor o?” “Osman Abi,” derdim, “sen halkın seçtiği bir adamsın. Dediğin dedik, öttürdüğün düdük. Cemal Süer Sıkıyönetim komutanı. Namık Kemal Şentürk de devletin valisi. Bundan daha büyük mafya olur mu?” “Hasiktir lan ordan!”
Osman Kibar, Allah rahmet eylesin, Cemal Süer’e “İzmir’in demokratlarına dokunma,” demiştir. Cemal Süer despot, sıradan bir adamdı. Zaten ona Osman Kibar Yeni Karamürsel’in yüzde on hissesini aldı.
Cavit Yamaç’ı anlatayım. Benim Demokrat İzmir’e ikinci gelişim. Biz Özdemir Hazar ile ajans gibi çalışıyoruz. İlhan Esen ayrıldı, Yeni Asır’a geçmişti galiba. Düvenci, İstihbarat şefi Özdemir Hazar’ı çağırdı, “Bana bir genel yayın yönetmeni bul,” dedi. Gazetenin genel yayın yönetmeni gazetenin üstünde patron gibidir. Bir mahkumiyet olduğunda yazıişleri müdürü sorumlu olur. Özdemir Hazar ile Basın Sitesinde de komşuyuz. Adnan Düvenci Beyefendi zor beğenen bir insandı, tenkitçiydi, kavgacıydı. Dedim “Özdemir Abi sen girme o işe.” Zaten Düvenci ile çok yakındı, günde iki defa gazeteden kovulur, gene gelirdi. Ama pişkindi Özdemir Abi, nur içinde yatsın. Özdemir Abi gitti Cavit Yamaç’ı buldu. Cavit Yamaç geldi genel yayın yönetmeni olarak. Aradan daha iki üç ay geçmeden Düvenci çağırıyor Özdemir Abi’yi, “Nerden buldun o herifi başımı getirdin!” diye veriştiriyor. Öbür tarafta da Cavit Yamaç “Ulan Özdemir, Allah belanı versin! Niye getirdin beni bu gazeteye?” diye söyleniyor. Yıldızları barışmadı ikisinin. Cavit ağabey de pek hareketli bir genel yayın yönetmeni değildi. O gazeteye biraz eksik geldi. Cavit ağabey, o aradaki dönemde, çok uzun sayılamayacak bir süre genel yayın yönetmenliği yaptı. Ondan sonra zaten Attilâ İlhan geldi.
Demokrat İzmir’de biz sözüm ona muhtıra hazırladık. Sonra herkes imzasını geri aldı, bana patladı, ben kovuldum. O zaman iki sendika vardı. Teknisyen arkadaşları aramıza pek sokmazdık. Şımarıktık. Kalem erbabıyız ya! Halbuki adamlar grev yaptılar ve Demokrat İzmir greve gitti. Bu rahmetlinin bana kalırsa işine geldi. O grev sırasında ben Sabah Postası’nın yazıişleri müdürüydüm. Sabah Postası kapandı. Kavga etmişlerdi CHP’nin malum mütegallibeleri; Dündar Soyer bir gruptu, Şevket Adalan bir gruptu. Kavga ettiler, gazete kapandı. Bu ikisinin kavgasından karar alınamazdı. Birinin aldığı kararı öbürü bozardı. Dündar Soyer ile çok güzel abi-kardeş dostluğumuz oldu. Sabah Postası’na gelirdi, “Kaya bana bir gazeteci yemeği söyle bakayım,” derdi. “Veli gel oğlum, bize iki gevrek al gel.” Yanında peynir, çay. “Sen yemiyor musun?” “Yok abi ben buradan çıkınca Şükran’da kafayı çekeceğim.” “Yapma yahu!” Tabii o zaman Sabah Postası’nda yazıişleri müdürü olarak iki maaş alıyorum. Demokrat İzmir’de öyle bir durum yoktu. Demokrat İzmir’de yazıişleri müdürü hapse atılmak için yazıişleri müdürüydü.
Sabah Postası kapandığı sırada Ahmet Angın’ın karısına miras çıktı. Benim Demokrat İzmir’e dönüp dönemeyeceğim daha belli değil. Ahmet ağabey “Kaya gel bu parayla İstanbul’da dergi çıkaralım,” dedi. “Ahmet Abi,” dedim, “gitme İstanbul’a.” Ve mizah dergisi Kirpi’yi çıkarmaya başladı. Erken öldü Ahmet ağabey. İzmir’de çıkarsaydık o gazeteyi hâlâ çıkarıyor olabilirdik, Marko Paşa gibi bir gazeteydi. İzmir’de çıkarsaydı, Ahmet ağabey belki hâlâ yaşıyordu. Babıali’de yapamadı, Demokrat İzmir’in sıcaklığını göremedi. Beş dil bilen bir adamdı. Neyse gazeteyi çıkarmaya başladık. Bir gün Babıali’de biri seslendi “Kaya!” diye. Bir baktım Yılmaz Düzbastılar. Düvenci o sıralarda rotatif makine bakmak için Almanya’ya gitme hazırlığı yapıyor. Hemen karşı kıyıya geçtim. Düvenci Yılmaz’ın kolunda, “Gardaşım ne arıyorsun buralarda?” diye sordu. “Beyefendi,” dedim, “Ahmet Angın ile Kirpi diye bir mizah gazetesi çıkarıyoruz. Ayrıca ben kendim İzmir’de Akış diye bir siyasi dergi çıkarıyorum.” “Gardaşım bırak bu maceraları, hemen gel başla,” dedi. Durur muyum! Hemen Demokrat İzmir’e döndüm.
Benim Demokrat İzmir’e dönmek üzere olduğum günlerde Naci Sadullah Daniş’in de Kirpi’deki bir yazısından ötürü, komünizmi övmekten mahkum olduk.[2] Naci Sadullah Daniş Nazım Hikmet’i övüyor yazısında. Bizi Adnan Düvenci kurtardı. O zaman yargı vardı. 27 Mayıs dönemine rağmen bizi tutuklamadı mahkeme. İkinci Ağır Ceza Mahkemesinde yargılansak beraat edecektik, Birinci’de yargılandık ceza yedik. Mahkemelerin o zamanlar da fanatik, bağnaz yargıçları vardı. Beş yıl sürdü o mahkeme. En son iş murafaaya kaldı, yani Yargıçlar Yüksek Kurulunun kararına. Naci Sadullah Daniş ile Ankara’ya gittik. Onun iki avukatı geldi. Türkiye İşçi Partisi İstanbul İl Başkanı ile iki önemli avukat, Naci Abi’nin avukatı olarak geldiler bizi savunmak için. Bana da gele gele Fikret Florat geldi. Şaşırdım, “Fikret Abi ne arıyorsun burada?” “Kaya seni savunmaya geldim,” dedi. “Benim sana verebilecek param yok,” dedim. “Kaya senden para mı istedim?” dedi. Oturduk otelde, iki saat sonra murafaaya gireceğiz. Son savunmamızı yapacağız. Karar verilecek, ama biz mahkumiyetin onanacağından eminiz, “Yatacağız” diyoruz. Fakat ben Adnan Düvenci’nin bu davayı el altından izlediğini hissediyorum. Naci Sadullah Daniş de Adnan Düvenci’nin çok yakın arkadaşı zaten. Naci Abi titriyor, hapse girse ölecek. Benim de baktığım on nüfus var. Çok zorlanacağız. “Naci Abi,” dedim, “birer tek atalım mı?” “Hay Allah razı olsun senden Kaya,” dedi. Murafaaya gireceğiz! Naci Abi ile biz İstanbul’da dostluğumuzu koyulaştırmıştık. İstanbul’a gittiğimde onda kalıyordum. Ve bir 35’lik votka söyledik. Ondan sonra çıktık murafaaya. Avukatlar “İçmeyin dedik, bizi dinlemediniz. Bari konuşmayın, bir gaf yapacaksınız,” dediler. “Zaten yatacağız” diye düşünüyorum ben de. Halbuki Adnan Bey devrede. Murafaaya girdik, avukatlar savunmalarını yaptılar. Sıra Naci Abi’ye geldi, “Söyleyecek bir şeyim yok,” dedi oturdu. Sıra bana geldi, “Kaya Bey diyeceğiniz bir şey var mı?” dediler. E gencim, tabii, “Var efendim,” dedim. Oysa adamlar uyuyor gibiydiler. Kararı vermiş gibi bir halleri vardı. O da biraz beni çarptı. “Nazım Hikmet Türkiye’nin avukatıdır. Türkiye’deki yanlışlıkları eleştirir. Büyük şiirleri vardır. Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazmıştır. Naci Sadullah Daniş, Nazım Hikmet’in en yakın arkadaşlarından biri, o da Nazım Hikmet’in avukatlığını yaptı. Ben de Naci Sadullah Daniş’in avukatıyım. Yazı işleri müdürü olarak yazısını ben okudum. Bir suç görmedim. Şimdi de yazının tümüne katılıyorum. Ama bir şey de ekleyeyim. Avukatlarımız komünizmi anlattılar, bizi savundular. İnşallah onları da mahkum etmezsiniz,” dedim. Adamlarda gerçekten bir hareketlenme oldu. 15-17 gün sonra beraat ettik. Tahminimce Adnan Bey işin içindeydi. Çünkü böyle durumlarla ilgilenirdi. Florat’ın gelmesinin nedeni de oydu.
AD: Güçlü de bir spor servisi var gazetenin.
KÇ: Kalabalık bir gruptu. Çetin Gürel vardı başlarında. Yaşar Eyice, Okan Yüksel, Hüseyin Yangır, İsmail Özelçinler, Ali Kıray, Nasır Ruç. Düşünün, bugün Milliyet’in öyle bir kadrosu var. Milliyet’in kadrosu çok daha genişti ama. Demokrat İzmir’in spor servisindeki isimler hiçbir İzmir gazetesinde yoktu. İzmir’in o zaman dört büyük gazetesi vardı, 1960’lı, 70’li yıllarda. Yeni Asır ve Ege Ekspres Demokrat Parti’yi tutarlardı, Demokrat İzmir ile Sabah Postası da Cumhuriyet Halk Partisi’ni. İki grup gazete vardı. Yeni Asır tam Demokrat Parti’nin yayın organı gibiydi, oradan da nasiplenirdi. Ege Ekspres’in de zaten sahibi Nihat Kürşat, milletvekiliydi, bakan oldu. Bizim Demokrat İzmir ise bağımsızdı, muhalif olduğu için CHP’yi desteklerdi. Fakat DP’ye, sonra kurulan Adalet Partisi’ne hep karşıydı. Sabah Postası da zaten yarı CHP gazetesi gibiydi. Ortaklar grubu Halk Partiliydi.
Demokrat İzmir’de neredeyse yazı işleri kadar kalabalık bir spor servisi vardı. Gazete greve gidince rahmetli Adnan Bey Nurdoğan ile beni çağırdı. Özellikle bizi çağırdı ve bize bir tarih sayfası, bir de spor sayfası hazırlama görevi verdi. Gazete grevdeyken biz çalışmaya devam edecektik. Bir yıl çalışmayı sürdürdük. Nurdoğan [Taçalan] “Bütün Ege Yunan’a Karşı” başlığıyla bir dizi hazırladı, onunla ödül de aldı. Ben onu istiyordum ama bana “Sen gardaşım düşüncelerini, hislerini katıyorsun,” dedi, ki haklıydı, Nurdoğan bana göre daha tarafsızdı. Bana spor verdi. Ben “Ağları Sarsıp Geçtiler” diye 130 gün süren bir dizi hazırladım. Zaten patronlarımdan biri sporcu, Adnan Düvenci İzmirspor’un önemli kurucularından. Yusuf da yıllarca İzmirspor yönetim kurulunda görev aldı. Böylece “Ağları Sarsıp Geçtiler”, İzmir’den geçen ünlü futbolcuları anlatan güzel bir yazı dizisi oldu. Hatta sonra onun yenilenmiş halini ikinci bir dönem daha yayınladık. Şöyle ilginç bir durum da oldu. Nurdoğan kendi havasında, ben kendi havamdayım, çalışıyoruz. Sonra Erol Akıncılar da bize katıldı, İzmir Gazeteciler Cemiyeti başkanlığa da yapmıştır. Erol da geldi arşivi düzenledi. Gazete grevde, biz çalışıyoruz. Bir aya yakın bir zaman geçti. Düvenci bizi çağırdı, “Nasıl gidiyor çalışmalar?” diye sordu. Nurdoğan anlattı ne yaptığını “Efendim çalışıyorum,” diye, ama daha bir satır yazmamış. Bana sordu, “Beyefendi 70-80 sayfa oldu,” dedim. “Ne?” dedi, kalktı yerinden, “Acelen ne? Çok fazla değilim mi?” “Beyefendi,” dedim, “60-70 sayfa yalnız sizin anlattıklarınız, dahası var.” “O zaman devam et,” dedi. Çünkü İzmir Spor konusuna çok duyarlıydı. Anlattıkça hoşuna giderdi.
AD: Bu enteresan bir buluşma. Bir yandan spor kulübü başkanı, diğer taraftan gazete patronu. Bugün benzer örnekleri düşününce, benzer konumdaki insanlar sanki bu kadar yükü kaldıramıyorlar, çamura bulanmadan yürüyemiyorlar. O zaman asaletlerinden kaybetmeden nasıl yürüyorlardı?
KÇ: Çok korkunç fark var. Bugün Yıldırım Demirören’den “havuz medyasına” kadar, iktidarın nimetleriyle yaşayan bir müteahhitler grubu var. AKP bitti mi bunlar biter. Yıldırım Demirören bunlardan biri. Adnan Düvenci’nin iktidardan nimet kapmak gibi bir şeye tenezzül ettiğini görmedik biz. Hep muhalifti. Diyeceksin, CHP iktidar olmadı mı? Oldu işte, yarım yamalak. Benim üçüncü girişimde gazetenin tirajı 1000’e düşmüştü. Çünkü Ayten Hanım’ın zaten sıdkı sıyrıktı gazeteden. CHP için gazetesi yakılıp yıkılmış, baskı görmüş... Bunun karşılığını Adnan Düvenci düşünmedi bile, düşünmek istemedi bile. Dünyada bir partiyi iktidara getirip de ondan bir kuruş nemalanmayan bir gazete varsa bu Demokrat İzmir’dir. Hatta bir insanı belediye başkanlığına taşıyıp da, kendim dergi çıkardım, Yüksel Çakmur’dan bir tek ilan istemedim. Öyle yetiştirdi patron! Bugünkü dönemle, Adnan Düvenci’yi, Demokrat İzmir’i kıyaslamak mümkün değil.
AD: “Patron bizi böyle yetiştirdi,” diyorsunuz. Bütün gazete bir okul gibi, değil mi?
KÇ: Demokrat İzmir büyük okuldu, öğretmenleri büyük kalemlerdi. Ordinaryüs profesörlerdi! Halikarnas Balıkçısı, bir okyanustu. Gerçi Şadan Gökovalı onlara çekidüzen vermiştir. Çünkü Cevat Abi yazdı mı, destan gibi yazardı. Bir cümle sayfayı bulurdu. Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın dünyada bir benzeri yoktur. Dünya Anadolu uygarlığını kabul etmezken, Latin uygarlığını, Yunan uygarlığını öne çıkarırken, Halikarnas Balıkçısı Anadolu’nun topraklarında büyüttüğü sayısız uygarlığı öne çıkarmıştır. Anadolu uygarlığını Batılıya kabul ettiren Halikarnas Balıkçısı’dır. Attilâ İlhan gibi. Kültürleri sağlam insanlardı. Düşünce adamı, eylem adamı, çok yönlü, Attilâ İlhan da Cevat Şakir de.
Cevat Şakir tabii çok uzun cümlelerle yazardı. Adnan Bey de uzun yazı hiç sevmezdi, ki haklıydı, gazetede uzun yazı okunmaz. En kızdığı şey “pehlivan tefrikası” gibi yazıydı. Bir gün Cevat Şakir’in yazısı geldiğinde takılmıştı “Cevat Bey gardaşım, bir haftadan fazla uzatma yazıları.” Biri patron olarak, biri kalem olarak, bugünlerle kıyaslanamayacak kadar üst düzeylerdeydiler. Bunu eskiye özlem olarak söylemiyorum. Ama bugünleri görünce, o insanlara daha çok kredi veriyor insan.
AD: 1946’da Demokrat Parti ile Adnan Düvenci’nin yollarının ayrılmasına neden olan neydi?
KÇ: DP’nin ne olacağını, bundan köy kasaba olmayacağını daha işin başında görmüştü. Adnan Menderes’in ruhsal açıdan sağlıklı olmadığını gördü. 12 Nisan 1946’da İzmir gazetesi kuruluyor, ortakları arasında Adnan Düvenci, Osman Kibar ve Ekrem Hayri Üstündağ var. Seçimlerde yapılan usulsüzlükleri haberleştiren gazete, Büyük Millet Meclisinin manevi şahsına hakaretten 24 Aralık 1946’da yirmi gün süreyle kapatılıyor. Bir gün sonra, 25 Aralık’ta aynı gazete Demokrat İzmir adıyla çıkıyor.
AD: Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes Demokrat İzmir gazetesinin yerel, ufak bir gazete olduğunu, kendisinin böyle bir gazeteden haberdar dahi olmadığını söylüyor.
KÇ: O yalan bir bilgi. Gazetenin tahrip edilmesinde rahmetli Adnan Menderes’in doğrudan etkisi, bilgisi vardır. Araları çok açılmıştı. Aralarının açılmasının nedeni, özellikle 1950’den sonra nefrete dönüştü. Rahmetli patronum Rauf Onursal’a takmıştı kafayı. Rauf Onursal ahlaklı bir adam değildi. Ahlaksız bir belediye başkanıydı. Düvenci, Menderes’e “Adnan, bu adamı al İzmir’in başından, bu adam İzmir’e yakışmıyor,” dedi. Menderes dinlemedi. O haklı, bu haklı demiyorum. Ama bu bir kapışma vesilesi oldu. Aralarının açılmasında bu etkiliydi.
AD: Peki gazeteye üçüncü gelişiniz?
KÇ: 1976-1977 senesi. Encümendeyim. Baktım İhsan Alyanak’ın gazetenin önünde resmi arabası var. Ayten Hanım sesleniyor “Kaya, Kaya!” Uzaktan sesleniyoruz birbirimize “Ne oldu Ayten Hanım?” “Gel, gel, seninki burada!” “Gelmeyeyim Ayten Hanım, hır çıkar. Gelmeyeyim, sonra uğrayacağım,” dedim. Ve sonra uğradım, “Kaya işe başla,” dedi, ben de başladım. Ama kimse kalmamıştı gazetede. Attilâ ağabey zaten gitmişti. Bir gariban İskender Dinsel kalmıştı, uğraşıyordu. O zaman DİSK’in başındaki Saim Akbulut, hem belediye meclisi üyesiydi, hem de beraber balığa çıkardık. Saim Akbulut “Gel danışman ol,” dedi. Ayten Hanım’a söyledim, “İyi çalış,” dedi. Orada da çalışmaya başladım. İki maaş aldım. Hem DİSK’te danışmanlık yaptım, hem de Demokrat İzmir’de çalıştım. Ne zaman devrolmuştu Yeni Asır’a?
AD: Siz Yeni Asır’a gittiğinizde Türk gazeteciliğinde bir yenilik yapıyor Yeni Asır ve ilk kez bilgisayarlar geliyor. Böyle bir ana da tanık oldunuz, gazetede böyle bir dönüşümün nasıl yaşandığını deneyimlediniz. Bu örneği düşünerek, Demokrat İzmir’in teknolojiyle arası nasıldı? Adnan Düvenci’den itibaren, teknolojiyi takip eder miydi?
KÇ: Düşünsel teknoloji Yeni Asır’ın çok üstündeydi. Teknolojik gelişme olarak Yeni Asır bizden fazlaydı. Dinç Bilgin bu konuda çılgındı. Demokrat İzmir olarak o zaman yapacak pek bir şeyimiz de yoktu. Gazete tasfiye oluyordu.
AD: Adnan Bey zamanında?
KÇ: Adnan Bey grev zamanında, grevi değerlendirdi ve rotatifi getirdi. Bizim rotatifi getirmemiz İzmir basınında bir gelişmeydi. Türk basını beş aşama yaşadı. Bir, düz makine. Düz makine, kollu makineydi. Rahmetli Nihat Dağdelen’in Hareket matbaası kolluydu. Harfler, iğneyle kuyu kazar gibi elle dizilirdi. Buna biz kollu makine derdik. İkinci aşamaya otomatik dizmeye başladı. Üçüncü aşamada entertip makinelerde kurşun döküyorduk, daktilo gibi ve linotiplerle diziliyordu. Sonra ofset devrine girdik. İlk Son ve Günaydın gazeteleri başladı, bulvar gazeteleri. Cumhuriyet girmedi, İzmir’de Demokrat İzmir girmedi, ama Yeni Asır girdi. Yeni Asır’ın bir aşaması daha oldu, ki ben Yeni Asır’daydım o zaman.
Demokrat İzmir bittikten sonra Türk Haberler Ajansı’nın bölge müdürü oldum. Ahmet Ünal Delikçi’yi görevden almışlardı. O arada da İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin yönetim kurulundaydım. Darbe oldu, 12 Eylül. DİSK’te danışmanlık yaptığım için “Beni ne zaman alacaklar?” diye bekliyordum. Nezih Demirkent beni oradan çıkardı, Ajans’ın başına tekrar Delikçi geldi. O sırada Dinç Bilgin’den teklif aldım. Gittim, konuştuk. “Bana niye gelmiyorsun?” dedi. “Patron,” dedim, “biz Demokrat İzmir’de gazetene çok ağır yazılar yazdık.” Ben bile yazdım ama Naci Sadullah Daniş canını çıkarırdı. Yeni Asır bize cevap veremezdi. Çok ağır yazılar yazardık. “Yahu Çelikkanat, sen burada ağabeylik yapacaksın. Benim seninle kişisel bir sorunum yok.” Ve ben Yeni Asır’dayken Dinç Bilgin Türk basınına bilgisayarı getirdi. Çılgındı, çok iyi bir gazeteciydi.
Eğer bugün Türk medyası çökmüşse, soysuzlaşmışsa, patronların gazeteci olmayışı yüzündendir. Çünkü gazeteci patron gazeteciliğe kendisini verir. Eski patronlar, Falih Rıfkı Atay’dan, Bedii Faik’ten Safa Kılıçlıoğlu’na kadar bunların hepsi başyazardı. Yazmaktan özel bir zevk alırlardı. Her meslekte işe sıfırdan, birinci basamaktan başlamak önemlidir. Gazetecilikte daha önemli. Dinç’i babaları makine dairelerine sokmuştur. Orada makineyi de öğrenmiştir. Haldun Simavi, ağabeyi Erol Simavi’den daha gazeteciydi. Makine mi arızalandı, giyerdi tulumları makine tamir ederdi. Biz eski gazeteciler basamak basamak yükselirdik.
AD: Adnan Düvenci baskı kalitesini, mizanpajını kontrol edecek kadar baskıları birebir takip eder miydi?
KÇ: Rahmetli öldükten sonra bile benim başıma geldi. Bizim Akın Simav ile didişmemiz çok olmuştur. Onun siyasi bir kişiliği vardı. İlle milletvekili olmak peşindeydi. Güzel, yakışıklı çocuktu. Öbür Akın, Akın Kıvanç biraz üçkâğıtçıydı. Simav’la hem sevişirdik hem çekişirdik. Ben belediye meclisi üyesi olunca Simav “Ulan önümü kestin,” dedi. “Sen gene olursun, kesmedim. Bu Demokrat İzmir arkandayken gene olursun,” dedim.
Gazeteler arasındaki yarış da başka türlüdür. Biri getirir. Dinç Bilgin Türk basınına bilgisayarı ilk getiren adamdır. Düşün Alsancak’ta maç oynanıyor, maçtan çıkıyorsun kapıda “Maçın sonucunu yazıyor, maçın sonucunu yazıyor!” Kim bu? Yeni Asır. Bilgisayarın avantajı o. O yıllarda çok gazete atılırdı. Maçın sonucunu 1-0 olarak hazırlamışsın bin tane, iki bin tane. 2-0 olmuş! Ne yapıyorsun? Hemen manşeti değiştiriyorsun. Zaten yazıları maçın sonucunu yuvarlak tutarak hazırlardık. Ama manşeti değiştirmek zorunda kalırdın. İşte bilgisayar bunu değiştirdi. Pedallı, kollu makine taş devriydi. Ondan sonra yontma taş devrine geliyorsun düz makineler başlıyor, linotipler entertipler. Sonra üçüncü aşamada ofset, şimdi bilgisayar çağı. Basındaki teknolojik gelişmeler bu aşamalardan geçti. Düz makineler saatte en fazla on bin basardı. Rotatif saatte otuz bin basar, kırk bin basardı. Sonra ofset baskıyı renkli hale getirdi. Dergicilikte kullanılan ofset bizim meslekte de kullanılır oldu. Özellikle bulvar gazeteleri Tan, vs., cicili bicili çıkmaya başladılar. Sonra bütün gazeteler onları izledi. Son aşama, şu andaki aşama bilgisayar dönemi. Gazeteciliğin en rahat dönemi. Dinç Bilgin bu konuda adı yazılması gereken bir isimdir. Hele kendisine yapılan haksızlık cinayetten farksızdır. Dünya basını tarihinde bir cinayettir.
————
[1] Demokrat İzmir gazetesinin tahribi davası 12 Ocak 1961’de başlamış, 5 Mayıs 1961’de sonuçlanmıştır.
[2] Naci Sadullah Daniş, “Dostum Nazım Hikmet” yazı dizisindeki bir yazıdan ötürü Mart 1967’de komünizmi övme gerekçesiyle 1,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Derginin yazıişleri müdürü Kaya Çelikkanat da aynı cezaya çarptırıldı. “Nazım Hikmet’i övmekten sanık Naci Sadullah 1,5 yıla mahkum oldu,” Milliyet, 3.3.1967. [Gazetenin haberine göre İkinci Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve ceza almışlar.]
Elvan Feyzioğlu ile söyleşi
Proje: Bir Mücadele Gazetası!
Elvan Feyzioğlu [EF], Aytaç Demirci [AD]
İzmir
11 Şubat 2016
EF: İzmir Gazetecilik Yüksekokulunun ardından devam ettiğim Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldum. İlk üç yıl İzmir’de, şu an İletişim Fakültesine dönüşmüş olan Gazetecilik Yüksekokulunda okudum, ardından Gazi’ye devam ederek mezun oldum. Tek amacım gazetecilik yapmaktı, tesadüfen girdiğim bir okul değildi. Oradaki hocalarımızdan İsmail Sivri o zaman Milliyet gazetesinin temsilcisiydi. Okul bittikten üç gün sonra Milliyet gazetesinde çalışmaya başladım. O zamanki Milliyet gazetesi Abdi İpekçi’nin Milliyet gazetesi ve çok değerliydi. Orada çalışmak benim için çok önemliydi. Her şey çok iyi gidiyordu, fakat basında şöyle bir âdet vardır, hele büyük gazetelerde çalışmış bütün arkadaşlarım yaşamıştır, çalışmaya başlarsınız fakat çok uzun süre sizi kadroya almazlar ve para alamazsınız. Milliyet’te çok severek çalışıyordum, onlar da beni seviyorlar, ama gazeteye babamdan harçlık alarak gidiyorum, bu da bana çok ağır geliyordu.
Milliyet ve Ekspres gazetesi aynı binada altlı üstlüydü. Ekspres gazetesinden beni çağırıyorlardı, ama gitmek istemiyordum. Çünkü Ekspres gazetesi Yaşar Holding’e aitti ve sağ politikaları destekleyen bir gazeteydi. Fakat ekonomik nedenlerle Milliyet’i bırakıp Ekspres’e gittim. Ekspres’te de her şey çok iyi gidiyordu. Gazetenin politikasını çok sevmemekle birlikte yerel gazete olduğu için röportajlarım çıkıyordu, kendime fotoğraf makinesi almıştım. Fakat bir pazar günü... O zaman Yeni Ortam diye bir gazete çıkıyor, Cumhuriyet’ten biraz daha solda bir gazete ve Oya Baydar yazarları arasında ve ben Oya Baydar’ı çok seviyorum, Oya Baydar İzmir’e geldi ve Ekici-Över’de bir toplantı yapıyor. Ben izin günümde Oya Baydar’ın toplantısını izlemeye gittim ve Ekspres’in foto-muhabiri toplantıda benim fotoğrafımı çekip “Elvan komünistlerin toplantısında” diyerek yazıişleri müdürünün önüne fotoğraflarımı koyuyor ve beni ertesi gün işten çıkardılar. Ben bir buçuk yıl kadar gazetecilik yapamadım, benim için çok acılı bir dönemdi. O zamanlar teleks vardı, teleks sesi duyduğum zaman ağlamaya başlıyordum, o derece. Eşim bana diyordu ki “Tamam sen mesleğini çok seviyorsun, ama çok yenisin. Bekleme, seni gelip kapıdan mı çağıracaklar?” Ben de bir gazeteye gidip başvurmayı kendime yediremiyordum. Aslında çok normal ama o yaşların hassasiyeti böyle!
Bir buçuk yıl gazetecilik yapmadım, sendikada falan çalıştım. Bir gün Demokrat İzmir’in çok değerli yazarlarından Burhan Esen bizim kapımıza geldi ve beni Demokrat İzmir’e çağırdı! Benim için mucize gibi bir şeydi. Evde oturuyorum Demokrat İzmir çok sevdiğim bir gazete, ben sol görüşlü bir öğrenciydim ve beni Demokrat İzmir’den çağırıyorlar, havalara uçtum! Fakat Demokrat İzmir’in de şöyle bir durumu var, kadın muhabir çalıştırmıyor. Benim dışımda bir kişi girmiş. Sahibi kadın, ama kadın gazeteci yok. Fakat benimle ilgili ona giden referanslar olumlu olduğu için beni kabul etmiş. Sonuçta beni gazeteye aldılar ve ben o bir buçuk yılın sonunda cenneti bulmuş gibi oldum. Birincisi benim dünya görüşüme çok uygun, yazdığım hiçbir yazının, röportajın kelimesine, virgülüne dokunulmuyor. Benim dışımda bir tek kadın var, tabii çok da genciz, yirmili yaşlarımızdayız, fakat garip bir disiplin de var. Size komik gelecek, saçlarımız uzundu ve saçlarımızı salmamız yasaktı, Ayten Hanım izin vermezdi. Hani kız yatılı okulları olur ya! Ama benim hiç umurumda değil, topla diyor, topluyorum. Çünkü yazdığım her yazı çok güzel değerleniyor. Oradaki arkadaşlıklarımız müthişti. Milliyet’te kısmen buldum, ama Demokrat İzmir’deki iletişim, oradaki arkadaşlıklar, oradaki gazetecilik sohbetleri... Tek tek söz etmek isterim. Mesela Kaya Çelikkanat bizim için bir ağabeydi, çok değerli, harika bir insan. Sumru Gülümser, benim dışımdaki tek kadındı, onunla çok iyi bir iletişimimiz vardı. Onun dışında Sait Albay [Sepici] dış ilişkilere bakıyordu. Orhan Suda redaktör olarak çalışıyordu. Çok iyi bir kadro vardı ve boş zamanlarımızda biz oturup politikayı ve gazeteciliği konuşuyorduk. İkincisi, tam bir aileydi. Gazetelerde çekişmeler, ayak oyunları olur. Böyle şeylerin asla olmadığı bir gazeteydi.
Daha öncesi var de var. Ben öğrenciyken aslında orayı ziyaret etmiştim. Attilâ İlhan’a bir öykümü vermiştim ve “Öyküye devam et” demişti o zaman. Daha öğrencilik yıllarımda Demokrat İzmir’e gitmiş olmak, orada Attilâ İlhan’la tanışmış olmak benim için çok değerlidir. Ve yıllar sonra ben Demokrat İzmir’de çalışmaya başladım.
AD: Attilâ İlhan’la tanıştığınız dönemde onun İzmir’de gençler üzerinde büyük bir etkisi var sanıyorum.
EF: Çok etkisi var. Benim hayatım Karşıyaka’da geçti. Vapurda giderken ben gidip onun karşısında bir yerlere otururdum. Vapurda hep yalnız olurdu, hep pencere kenarında olurdu ve elinde hep kitap olurdu. Ben de onun şiirlerini, kitaplarını ezberlemiş bir öğrenci olarak gidip karşısına otururdum. Yıllar sonra, Attilâ İlhan’ın son yıllarıydı sanıyorum, bir kitap hazırlığı için İstanbul’da Divan Oteli’nde oturup uzun bir söyleşi yaptık. 1996 yılında.
AD: Peki öğrenciler arasında Attilâ İlhan’ın gazetedeki yazıları okunur, üzerine konuşulur muydu? Böyle bir etkisi var mıydı?
EF: Evet, çok etkisi vardı.
AD: Neye bağlıyorsunuz bunu? Attilâ İlhan’ın politik görüşlerinden kaynaklanan bir durum mu, yoksa...
EF: İkisi de... Edebi kişiliği ve politik duruşu ikisi bir bütün halinde etkilerdi.
AD: Gazeteyi bu bağlamda değerlendirir misiniz? Demokrat İzmir Attilâ İlhan’ın başyazarlığını yaptığı gazete olarak mı sevilirdi, sizin kuşağınız arasında?
EF: Evet. Yerel gazeteler içinde duruşuyla çok önemliydi. Solda bir gazeteydi. Zaten Demokrat İzmir’den sonra İzmir’de solda bu kadar güçlü bir yerel gazete hiç olmadı bugüne kadar. İddiası olanlar olmuş olabilir, ama o nitelikte bir İzmir gazetesi, daha doğrusu bir bölge gazetesi hiç olmadı.
AD: Bunu bir gazeteci olarak daha somut bir biçimde değerlendirebilir misiniz? “Solda bir gazete” ne demek?
EF: Solda bir gazete demek, sol değerlere sahip çıkan gazete demek, bir. Gerçeğin ta kendisini veren gazete demek, iki. Bugün de görüyorsunuz gerçeğin ta kendisini veren bir gazete neredeyse yok. Vermeye çalışanlar da yok edilmeye çalışılıyor.
AD: Peki sizin döneminizde Attilâ İlhan dışında gazeteyi götüren yazarlar kimlerdi?
EF: Dışarıdan yazan yazarlar vardı. O yıllarda Neşe isminde bir arkadaşımız öldürüldü. Neşe Demokrat İzmir’in sembolü gibiydi, gazetede köşe yazardı. Sadece CHP’li olduğu ve CHP’de daha sola yatkın olduğu için eczanesinde öldürüldü. Akın Simav yazarlardan biriydi. Köy ve kooperatiflerle ilgili sürekli yazan bir arkadaşımız var [Mustafa Pala], hâlâ kooperatifçilikle uğraşıyor.
AD: Çalıştığınız dönemdeki Milliyet’in İzmir’deki matbaa ve gazete binası ile Demokrat İzmir’in son dönemdeki matbaa ve gazete binasını kıyaslayabilir misiniz?
EF: Demokrat İzmir’de her şey çok nostaljik... Harfler hurufatla dizilirdi. Onları görmek, harflerin dizilişine tanık olmak, basıldığını görmek çok müthiş bir duyguydu. Milliyet’te çok daha modern yöntemlerle basılıyor, ama şöyle bir heyecan var, özellikle çok önemli zamanlarda, mesela bir haberin manşet olacak veya seçim dönemi çok kritik olaylar gelişiyor, gidip gazetenin başında beklerdik ve matbaadan sıcak sıcak elimize gazeteyi almak müthiş bir duyguydu. İki matbaanın da verdiği duygular çok hoş. Ama tabii zamanları, teknolojik olanakları çok farklı. Bir gazetenin aynı yerde basılması ve orada çalışan insanların matbaadan gidip gazeteyi alması bir gazeteci için gerçekten hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek bir duygu.
AD: Daha önceki dönemler için de şunu söylerler. Yeni Asır’ın binası çok izbe bir yerdi, ama Demokrat İzmir işe başlayanlara “İşte gerçekten bir gazete binasında çalışıyorum” hissini verirmiş. Siz son döneme şahit oldunuz, ama o hissi alır mıydınız? Muntazam bir bina, yerler muşamba kaplı...
EF: O dönemki Demokrat İzmir, Yeni Asır’ın binasıyla mukayese edilemezdi. Birisi kordonda bir apartman düşünün. Diğeri mahalle arasında, eski, küçük, ama sıcak, insana ev hissi veren yerlerden, “Burası benim evim” duygusunu verir... Çok zengin değildir, ama kişiliği vardır. Demokrat İzmir’in binasında çok eski masalar, hâlâ rüyama girerler hatta. Üstlerinde camlar vardı, onların altına fotoğraflarımızı koyardık. Yeni Asır çok modern bir bina. Demokrat İzmir’in bana verdiği duygu, orada kendimi evimde hissederdim. Ama Yeni Asır’da ait olmamayı, soğukluğu hissettim. Her türlü olanak var, düzgün maaş alıyorsunuz, altınızda araba var, ama Demokrat İzmir’in verdiği sıcaklığı hiçbir zaman vermedi.
AD: Aile gibiydik dediniz zaten. Onu sağlayan faktörler nelerdir?
EF: Birincisi, oradaki insanların kişiliği. İkincisi, gazetenin niteliği. İkisi birlikte. Yazdığınız bir yazı sizin yüzünüze tokat gibi çarpmıyor. Çarpmadığı gibi her istediğinizi çok rahat yazabiliyorsunuz. Size bir örnek vereyim. Bir gün beni çocuk yuvasından çağırdılar. İsmini vermeyeceğim. Varlıklı kadınların oluşturduğu, yardım etkinlikleri düzenleyen kurumlar vardır. Ben çocuk yuvasına gittiğimde şöyle bir şeyle karşılaştım. Bir yanda çok küçük çocuklar, sünnet oluyorlar. Bir yanda çok süslü, kürklü, saçları yapılmış kadınlar, bütün dertleri orada fotoğraf çektirmek. Hiç kimse şefkatle bir çocuğu kucağına alıp sevmiyor. Oturdum, haberi şöyle yazdım: “Her şey vardı, oyuncak vardı, içecek vardı, bir tek şefkat yoktu.” Böyle bir yazı yazdım ve gazete bunu bastı. Bunun Yeni Asır’a girmesi mümkün değil, çünkü ilan düşünürler. Neticede o kadınların hepsi ilan veren birilerinin eşleridir mutlaka. Yeni Asır’da bu haberin böyle girmesi imkânsız. Demokrat İzmir’de hiç kimse “Elvan bunu niye böyle yazdın? Bunlar şimdi bize ilan vermezler. Bu haber böyle yazılır mı?” demedi. Ki ben o zaman çok gencim. İki gazete arasındaki fark bu.
AD: Gazeteye ilk giriş tarihiniz?
EF: 1978 olması lazım.
AD: Bu aslında gazetenin tasfiye edilmeye başladığı dönem. O süreci anlatır mısınız?
EF: Demokrat İzmir ekonomik olarak güçlü bir gazete değildi. Mesela ben Milliyet’te çok rahat çalışıyordum, bir İstanbul gazetesi. Ekspres Yaşar Holding’in gazetesi, ekonomik hiçbir sıkıntısı yok, bana düzenli maaş ödeniyor, gideceğimiz yere gazetenin arabasıyla gidiyoruz. Demokrat İzmir fikirsel olarak olağanüstü olmasına rağmen ekonomik olanakları çok zayıftı. Bir gün Bornova Anadolu Lisesi’ne gidip röportaj yapacağım, gazetenin arabası yok. Ağaçlıklı yol vardır ya, o zaman oralardan otobüs falan geçmiyor. Hiç unutmuyorum, üzerimde beyaz bir pantolon var, bir at arabasına binip röportaj yapmaya gitmiştim. Gecekondu yıkımlarına ya da gecekondu semtlerindeki olayları izlemek için gittiğimizde şehir otobüsüyle gider, otobüsün bittiği yerden yürüyerek devam ederdik. Çok zahmetli olurdu. Yine de, daha önce o kadar konforlu yerden gelmiş olmama rağmen bunlar bana çok eğlenceli gelirdi. Ve gazetenin ekonomik sıkıntıları beni olumsuz etkilemezdi. Sanıyorum öteki arkadaşlarımı da etkilemiyordu. Demokrat İzmir’de çalışmış olmayı bir ayrıcalık olarak görüyordum. Her şey bu kadar iyi giderken Demokrat İzmir ekonomik darboğaza girdi ve Demokrat İzmir’i Yeni Asır’a içindekilerle birlikte sattılar. Bu çok gariptir. O bizim için çok kötü bir süreçti. Orada mülteciler gibi ayrı bir yerde oturuyorsunuz, gazetenin içindekilerle kaynaşamıyorsunuz, onlara ayrı görev veriliyor, size ayrı. Orada olmak gerçekten çok sıkıntılıydı ve benim kalp atışlarım bozuldu. Stres nedeniyle. Ve bir süre tedavi görmek zorunda kaldım. Zaten Yeni Asır bir süre muhafaza etti Demokrat İzmir çalışanlarını, daha sonra birer birer çıkarmaya başladı. Ben yıllar sonra tekrar Milliyet gazetesine döndüm ve orada uzun yıllar çalıştım.
AD: Yeni Asır’a geçiş sürecinde kimlerle beraber oraya nakloldunuz?
EF: Sumru Gülümser, İskender Dinsel, Yaşar Aksoy, hatırlayabildiklerim.
AD: Bu geçişten sonra gazetenin adı Rapor’a mı dönüşüyor?
EF: Rapor’a dönüştürülüyor, ama biz Rapor’da mıyız, Yeni Asır’da mıyız, belli değil. İstihbarat şefi Çetin Gürel’di. Bugün İzmir’de Suriyeliler neyse, Demokrat İzmir’den Yeni Asır’a giden bizler de öyleydik. Herkesin bir alanı vardır. Hiç unutmuyorum, bana verdikleri alan Meteoroloji. Böyle bir alan olamaz. Herkesin ya siyasi partilerdir, ya belediyedir... Bana verilen alan buydu. Yeni Asır’ın ekibiyle ayrı toplantı yapılıyordu, Demokrat İzmir’in çalışanlarıyla ayrı toplantı yapılıyordu. İki ekibin de şefi Çetin Gürel’di. Ama bizimle ayrı, Yeni Asır ekibiyle ayrı toplantı yapıyordu.
AD: Toplantılar hangi gazetenin hazırlanması için?
EF: Yeni Asır’a da giriyordu bizim hazırladığımız haberler, Rapor’a da giriyordu.
AD: Ne hissediyordunuz?
EF: Bizi orada tutmayacaklarını hissediyorduk. Düşünsenize hepimiz çok genciz, “Gazetecilikte iddialıyız” lafı kendini beğenmişlik gibi olur, ama gazeteciliği çok severek yapıyoruz ve mesleğimizden başka bir şey yapmak istemiyoruz. Gazetemiz yok ediliyor. Bir başka gazetenin içindesin ve ne yapacağını bilemiyorsun. Bize dediler ki “Endişe etmeyin, gazeteyi içindekilerle birlikte alıyoruz.” Ama biz farkındaydık ki orada duramayacağız. Bir şekilde oradan gideceğimizin farkındaydık ve nitekim de gittik hepimiz.
AD: Ne kadar sürdü orada kalmanız?
EF: Bir yıl ya da daha az. Zaman içinde birer birer ayrıldık ve eritildi o kadro, kimse kalmadı.
AD: Yeni Asır’ın 1980 sonrası İstanbul’a taşınma macerası var. Siz o sırada gazetede değilsiniz.
EF: Yeni Asır’dan çıkarıldıktan üç ay sonra beni Milliyet’ten tekrar çağırdılar.
AD: Kendi gözlemlerinize dayanarak Demokrat İzmir’in son ekibi Yeni Asır’a geçtikten sonra başlarına ne geldi? Sizinkini biraz anlattınız, diğerleri için ne gözlemliyorsunuz? O insanlar iyi bir şekilde idare edildiler mi o süreçte? Bir başınıza mı bırakıldınız, yoksa eski ya da yeni yöneticilerin yardımını, yol göstermesini aldınız mı?
EF: Hiç yol gösterme olmadı. Benim şansım daha önce Milliyet’te çalışmış olmam ve Milliyet’teki insanların beni çok seviyor olması. Ben derdimi söylemesem de yine gelip beni buldular ve çağırdılar.
AD: Diğer meslektaşlarınız? Dışarıdan gözlediğiniz kadarıyla, onlar da bu kadar şanslı olabildiler mi?
EF: Ben ilk gidenlerdenim. İskender Dinsel daha uzun süre kaldı. Keşke gazetecilikte devam etseydi, çünkü iyi bir gazeteciydi. O kadar sıkıntılı bir durumdaydık ki bunu izleyebildik mi, izleyemedik mi bilemiyorum. İskender bir süre devam etti, fakat sonra başka işler yapmaya başladı, basında kalamadı. Demek ki basında ona sahip çıkan olmamış ki başka işlerde devam etti. Yaşar Aksoy daha uzun süre devam etti. Hep mi devam etti emin değilim. O tabii gazetenin mutfağında değildi, dışarıdan yazıyordu. Gazetenin mutfağındaki insanlara sahip çıkılmadığını söyleyebilirim.
AD: Ayten Hanım’la diyaloğunuz nasıldı?
EF: Ayten Hanım çok otoriterdi. Muhatap olmazdı. Dediğim gibi bir yatılı okul disiplini, şöyle giyineceksin, saçını salmayacaksın, fazla makyaj yapmayacaksın... Ama bunlar zaten bizim umurumuzda olan şeyler değildi, sadece komik geliyordu. Başka türlü olsa, bunları dert ediyor olsanız, belki kızabilirsiniz. Ama Sumru’yla aramızda bunları gülerek karşılardık, “A, yine yatılı okula geldik. Hadi saçımızı örelim” diye. Aramızda bunu şamatayla idare ettik. Çok disiplinliydi. İki kadın olarak bunu çok daha fazla üzerimizde hissederdik. Beni bir kere odasına çağırdı. Ben çok muhatap olan biri değildim. Gazete satıldığında benim çok fazla etkilendiğimi öğrenmiş, beni azarladı, dedi ki “Gazetenin sahibi benim, sana ne oluyor?” Ben de gazeteyi çok sevdiğimi ve üzüldüğümü söyledim, tek görüşmemiz budur. Ama Yusuf benim sınıf arkadaşımdı, onunla daha sıcak daha yakın bir ilişkimiz vardır.
AD: Ayten Hanım’la konuşmanızda size onu söylemesinin yatıştırıcı bir etkisi oldu mu?
EF: Hayır, hayır, azarladı. Yardımcı olmadı.
AD: Ayten Hanım sanıyorum Türkiye’nin tek kadın gazete patronu. Demokrat İzmir’de çalışmaya başladığınızda “Bir kadın gazete patronunun yanında çalışmaya gidiyorum” gibi bir hissiyatınız oldu mu?
EF: İzmir küçük yer. Ayten Hanım’la ilgili bilgilerim vardı.
AD: Nedir onlar?
EF: Bir kadın olarak onun bize özel bir yakınlığının olmayacağını biliyordum. Onu çok da eleştirmek istemiyorum, sonuçta onun gazetesinde çok mutlu yıllarım geçti. Ama çok disiplinli olduğunu, insanları azarladığını, ondan korkulduğunu bilerek gittim. “Ben bir kadın gazetecinin yanında çalışacağım, bana yakın olacak” gibi bir duygu hiç olmadı.
AD: Hep erkek patronları, yöneticileri olan gazetelerde çalışmış biri olarak, Demokrat İzmir’in binasından tutun da gazetenin işleyişine kadar farklı bir hissiyat var mıdır?
EF: Bir kadın olmak var, bir de kadın hissiyatı ve kadın anlayışı var. Bence Ayten Düvenci çok kadın duyarlılığıyla yaklaşan bir patron değildi. Korkulan biriydi. Belki de kadın olmanın zorluğunu düşünüp o kadar sert olmaya çalıştı. Keşke hayatta olsaydı, asıl onunla konuşulmalıydı. Belki de bir kadın olarak daha sert olmak zorunda olduğunu düşündü, bilmiyorum. Ama herkesi azarladığını, çok sert olduğunu, ondan çok korkulduğunu biliyorum. Ama dediğim gibi ben bir kere yüz yüze geldim, onda da gazetesini sevdiğim için azar işittim.
AD: Bir kadın olarak, kendinizi hiç onun yerine koyup “Ben olsam şöyle yapardım” dediğiniz olmaz mıydı?
EF: Şaşırırdım sadece. Ve merak ederdim. Onun nasıl bir insan olduğunu gerçekten merak ederdim. Keşke onunla konuşma fırsatım olsaydı. Çok farklı kişilikleriz bir taraftan da. Aslında başka bir yerin patronu olsa benim kızacağım biridir. Ama onun yaşattığı bir gazete var ve o çok güzel bir gazete. Böyle bir tezat.
AD: Peki sizin döneminizde İzmir’de başka kadın gazeteciler var mıydı?
EF: Çok azdık. Ancak çok torpilliyseniz... Gazeteciliğe ilk başladığım zamanlarda bir basın toplantısına gittiğimizde hatırlıyorum ben hep tek olurdum. Demokrat İzmir’de benden başka Sumru vardı, Ekspres’te Gönül Soyoğlu vardı.
AD: Gazeteciler arasında haber atlatmak diye bir şey var...
EF: Ben Milliyet’te politikaya bakıyorum. Gazeteye gitmeden koşa koşa bakkala gidip Yeni Asır’a bakardım, atladığım bir haber var mı diye. Kıyasıya bir rekabet var. Özel haber çok önemlidir. Milliyet’te çalıştığım dönemde bizim özel haberlerimiz ana gazeteye girerdi. Şu anda İzmir’den sadece rutin haberler giriyor. Özel haber vermediğimiz zaman hem kendimiz mesele yapardık, hem gazete mesele yapardı. Bütün gazeteciler aynı habere gider, ama siz oradan özel bir haber yakalarsınız. Milliyet’te bundan para ödülü aldığımı hatırlarım. Bir psikiyatri kongresi olur, herkes aynı şeyi dinler, ama siz öyle bir şey yakalarsınız ki o gazete için özel bir haber olur. Bunlar o zamanlar çok önemliydi. Ama şimdi gazetelerin böyle bir derdi yok.
Bir özel haber anımı anlatayım. Biraz ısmarlama bir haberdi, ama çok zor bir haberdi. 1980’li yıllar, başbakan Bülent Ulusu. İzmir’e böyle birisi geldiği zaman hem Ankara’dan muhabirler geliyor, hem İzmir’deki bütün gazeteciler gidiyor. İnanılmaz bir gazeteci kalabalığı. Bülent Ulusu geldi. Taner Atilla o zaman Yurt Haberler müdürü, telefon açıp diyor ki “Bülent Ulusu’yu Elvan izlesin ve eğitimle ilgili şu soruyu sorsun.” O kadar imkânsız bir şey ki! Bütün gazeteciler orada, herkes kıyasıya birbiriyle rekabet halinde ve hiç kimse bir şey kaçırmamaya çalışıyor. Ben dedim ki “İmkânsızı istiyor.” “Taner Atilla istiyor, ne yapacaksan yap!” dediler. Herhalde yapamayacağım diyorum, ama bir taraftan da nasıl yaparım diye düşünüyorum. Yağmurlu bir gün hepimiz sırılsıklam olmuşuz. O kadar ıslanmışız ki bir ara Bülent Ulusu döndü bana, “Siz çok ıslanmışsınız,” dedi. Koşa koşa yanına gittim ve sorumu sordum. Ne kâğıt çıkarabiliyorum, ne teybimi çıkarabiliyorum. Herkes sanıyor ki o bana “Çok ıslanmışsınız” dedi, ben de onun cevabını veriyorum. Ama ben ona sorumu soruyorum, o da bana yavaşça söyledi. Hepsini mıh gibi aklımda tuttum, koşa koşa tuvalete gidip söylediklerini yazdım ve ertesi gün manşet oldu. Biraz da şans tabii. Herhalde bana dönüp “Çok ıslanmışsınız” demese bunun olması mucize olurdu.
AD: Böyle kıran kırana mücadelenin olduğu bir yerde, bir sürü erkeğin arasında kadın gazetecisiniz. Nasıl bir his o? Nasıl bir hayat?
EF: Çok zor. Fakat bir şey yakaladığınız zaman da çok kıymetli. Mesela bu haberin manşet olması benim için çok kıymetliydi. Bir şey başardığınız zaman da zoru başarmış oluyorsunuz. Engelli koşu gibi. O zamanlar gazetelerde kadın gazeteci çalıştırmamak gibi bir eğilim var. “Her yere yollayamayız” diye düşünülüyor. Bir çatışma olduğunda mesela, Milliyet’te İsmail Sivri “Elvan sen gitme” diyordu. Nasıl gitmem? Ben gazeteciyim. Çok üzülüyordum. 12 Eylül öncesi çatışmaların içinde çok oldum. Öğrenciler arasında çok ciddi çatışmalar olurdu. Sumru’yla oturur akşamüzeri, bugün bu kadar sağcı ve solcu öğrenci ölmüş diye sayar, haberleri toparlardık. Öyle bir dönemdi. Onun için kadın gazeteci olmak ve kendinizi kabullendirmek gerçekten çok zordu.
AD: Koruma içgüdüsüyle geri planda tutulmanız dışında da ayrımcılığa maruz kalır mıydınız?
EF: Yine bir lider izlerken, bir arkadaşımla beraber Bayındır’dayız. Bayındır da tutucu bir yer. Liderlerden biri camiye girdi. Herkes orada fotoğrafını çekiyor ve ben orada tek kadın gazeteciyim. Arkadaşlarımızdan biri dedi ki “Kadın gazeteciler camiye giremez.” Ve birtakım adamlar benim önümde durdu içeri girmemeyim diye. Ben onları ittirip fotoğraf çekmek zorunda kaldım. Çünkü çekmezseniz, haber atlarsanız çok ciddi sorun. Çok önemli bir haber atlarsanız işten çıkarılabilirsiniz. Ben orada bir yığın sakallı adamı ittirip fotoğraf çekmek zorunda kaldım.
AD: Gazeteler arasında hızlı bir geçişkenlik var mı, yoksa işten çıkarılan gazeteci tamamen işsiz mi kalıyor?
EF: Son yıllara kadar o vardı. Bir gazetede çalışırken başka gazetelerden çağrılabiliyorsunuz. Şu anda bunun tam tersi, çıkarıldığınız zaman işsizsiniz.
AD: Bir gazetede çalışırken başka gazetelere haber geçmek de var galiba.
EF: Hayır o yok. O etik değil. Mesela ben Milliyet’te çalışıyorum, kalkıp Hürriyet’e haber veremem. Bu kesinlikle etik değil. Taşrada ender olarak olabiliyor, çünkü gazeteci bulmak zor. Ama ben Milliyet’in İzmir bürosunda çalışan birisi olarak Yeni Asır’a haber veremem, çünkü rakip.
AD: Enteresan. Alaylı gazetecilerle konuştuğumda hemen hemen hepsi bunu yapmışlar. Siz şimdi öyle bir kesinlikle söylediniz ki bu sanki size okulda verilen terbiye ve siz bunu gönülden benimsemişsiniz.
AD: Milliyet’in haberini ben başka gazeteye verirsem işten atılma nedenidir. Zaten etik değil. Ama şu olabilir. Rutin bir haber vardır, bütün gazeteler çekmiştir. Diyelim başbakan geldi, bütün gazeteler çekmiş, bir tek Yeni Asır’ın muhabiri çekememiş, benden istemiş, izin alarak bunu verebilirim. Ama Milliyet’e ait bir haberi veremem. Herkesin elinde olan bir haberi bir tek kişi almamışsa, ama bunu gazetenize söyleyerek verirsiniz. Sadece Milliyet’te varsa, bunun lafı bile olmaz.
AD: Peki Gazetecilik Yüksekokulundan biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl bir eğitim vardı?
EF: Orası da diğer okullardan çok farklıydı. Aynı Demokrat İzmir gibi aile havasındaydı. Okulun ilk olmasından mı, gelenlerin özelliğinden mi bilmiyorum. Ben okulun sol görüşlü öğrencilerindendim. Okulun çok fazla Ülkü Ocakları odaklı öğrencisi vardı. İzmir’de çok büyük bir yürüyüş olmuştu, yılını hatırlayamıyorum. Biz okuldan iki kız öğrenci, diğeri de Tülay [Erçayhan] Cengiz’di, Tülay’la birlikte okuldan o sol yürüyüşe katılan sadece iki kişiydik. O MHP’li çocuklar bize sadece “Gitmeyin” dediler. O zamanlar ciddi kavgalar vardı, cinayetler işleniyordu, hatta bir arkadaşımız öldürüldü. Fakat biz onlarla fikir tartışması yapabiliyorduk. Mesela bir gün okulda bayıldığımda o Ülkü Ocaklı çocuklardan biri beni hastaneye götürdü. Okulda fikir ayrılıklarına rağmen çok kardeşçe, aile havası hâkimdi. Eğitimle arkadaşlığı, öğretimle eğlenceyi buluşturan özel bir okuldu.
AD: O dönemde gazeteciler arasında da böyle bir yakınlık var sanıyorum. Birbirleriyle kıran kırana mücadele eden gazetelerde çalışanlar aynı zamanda birbirleriyle dostlar.
EF: Evet. Böyle bir ilişki vardı. Şimdi gazetelerde havuz oluşturuldu. Bir tarafta iktidara yakın basın var, diğer tarafta yok edilmeye çalışılan, sayısı çok azalmış, gerçeği vermeye çalışan basın var. O zaman çok ciddi bir rekabet vardı, ama bu rekabetin dışında çok ciddi dostluklar da vardı. Sıcak ilişkiler vardı.
AD: Yusuf Bey okulda pratik eğitim olmadığı için kimi öğrencilerin Demokrat İzmir’e klişe nasıl yapılıyor, baskı nedir görmeye geldiklerinden bahsetti.
EF: Diğer gazetelere de gidilirdi. Bizim meslekten gelen hocalarımız vardı. Onlardan biri Milliyet’in temsilcisi, İsmail Sivri. Bir diğeri Güngör Mengi, Yeni Asır’daydı. Hocalarımız vasıtasıyla okuldayken bunları görme şansına sahip olduk. Bu hocalarımız bizi kendi gazetelerine götürüp gösterirlerdi.
AD: O halde pratik anlamda bir eksikle okulu tamamladığınızı düşünmüyorsunuz.
EF: Gazetecilik okullarında isteyen istediğini alabiliyor. Çok isterseniz gider para almadan da çalışabilirsiniz, ki ben de dahil çoğu arkadaşımız böyle çalıştık ilk başta. Ya da hocalarınızı zorluyorsunuz, “Bizi gazeteye götürün, gösterin” diye. Kendiniz çok istekliyseniz o eğitimi alabiliyorsunuz. Bu yabancı dil gibi. Çok asılırsanız iyi öğrenirsiniz, ama çok asılmazsanız öğrenemezsiniz.
AD: Gazeteciler sendikasına da üyeydiniz.
EF: Gazeteciler sendikasına Milliyet gazetesindeyken üye oldum. Demokrat İzmir’de sendika yoktu.
AD: İzmir’deki gazetelerde sendika vardı da Demokrat İzmir’de mi yoktu, yoksa tüm gazetelerde mi yoktu sendika?
EF: O zaman o kadar yeniyiz ki sendika olup olmadığını bilmiyoruz. Sadece tutunmaya çalışıyoruz. O yüzden o ilişkilerin çok farkında değiliz. Milliyet gazetesine girdiğimde sendikalı oldum. Fakat bir süre sonra, 1980’den sonra, Milliyet’te şöyle bir uygulama yapıldı, “Sendikadan çıkmayanı işten atacağız” dendi. Son ana kadar biz iki kişi, Harun Gürek ve ben direndik. Fakat baktık ki kimse kalmadı, işsiz kalmamak için biz de sendikadan çıkmak zorunda kaldık.
AD: Demokrat İzmir’de sendika olmadığı için ezildiğinizi düşündünüz mü?
EF: Hayır. Çok severek çalışıyorduk. Orada ezildiğimizi düşünmedik hiçbir zaman.
AD: Kol işçilerinin durumu neydi?
EF: Onun hiç farkında değilim. Gazeteye sürekli özel haber getirmek durumundasınız, otobüs yok, araba yok... Öyle bir mücadele içindeyiz ki onun farkında değildim.
AD: İzmir’deki diğer gazeteleri düşününce Gazeteciler sendikasının durumu neydi?
EF: 1980’lere kadar iyiydi. Fakat sonrasında hızla yok edildi.
AD: İyiydi derken neye dayanarak söylüyorsunuz? Gazetecilerin hakları korunurdu gibi mi?
EF: Gazetecilerin güçlü olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Gazeteciler daha güçlüydü. Çünkü gazetecilere önem verilirdi. Kendimden örnek vereyim. Ben Milliyet’te çalışırken Hürriyet bana maaşımın iki mislini teklif ederek transfer etmek istedi. Ben gitmeyeyim diye Milliyet maaşımı yükseltti. Bugün hiçbir muhabir böyle bir şey yaşayamaz. Muhabirliği zaten yok ettiler, yok ettikleri gibi önemini de ortadan kaldırdılar. O yıllarda haber önemliydi. Haberin kalbi de muhabir olduğu için muhabir de önemliydi. O zaman elinde tutmak için değer veriyordu. Siz değerli olduğunuz için sendikaya da sahip çıkabiliyordunuz. Şu anda gazeteci değerli değil. Gazeteci değerli olmadığı için de ne sendikaya sahip çıkabiliyor, ne kendi haklarına sahip çıkabiliyor. Çünkü gazete diyor ki “İstersen gidebilirsin.” Ama bize “Gitme, maaşını artırıyoruz” dedikleri bir dönemi yaşadık. Bugün bu söz konusu bile değil.
AD: Basın kanununda gazetecilerin sendikal haklarıyla ilgili bir hüküm yok mu?
EF: Bu detayı ben bilemeyeceğim. Biz Milliyet’te sendikaya girdiğimiz zaman hiç kimse “Niye giriyorsun? Girersen seni işten atarız” gibi bir şeyle karşılaşmadık, hepimiz gittik sendikalı olduk. Ama 1990’lara doğru, tam yılını bilmiyorum, sendikasızlaşma dönemi başladı.
AD: Sizin aktivistliğiniz ne boyuttaydı? Bir partiye üye miydiniz?
EF: Hiçbir partiye üye olmadım. Ben gazetecilik ilkelerine çok bağlı olarak çalıştım. Hiçbir partiye üye olmadığım gibi hiçbir derneğe de üye olmadım. Onu kendime ilke edindim. Gazeteciler cemiyeti ve sendikası dışında hiçbir partiye ve derneğe üye olmadım. Gazeteciliğimi objektif yapmaya çalıştım. Her ne kadar sol görüşlü bir öğrenci olsam da gazeteciliğimde objektifliğimi korumaya çok özen gösterdim.
AD: Milliyet’te, Ekspres’te de çalıştınız. Bu üç gazeteyi karşılaştırdığınızda objektif olmayan bir gazeteci için bu üçünde de uygun ortam var mıydı?
EF: Uygun ortam vardı. Ekspres çok katıydı, benim izin günümde gittiğim bir toplantıya tahammül edemedi. Milliyet’te 16 yıl çalıştım ve kendim istifa ederek ayrıldım. İsteseydim devam edebilirdim, orada da çok severek çalıştım. Milliyet’in son yılları gerçeğin ta kendisini verme konusunda beni rahatsız ettiği için istifa edip Evrensel’e geçtim. Tabii Evrensel de gerçeğin ta kendisini veremedi, o ayrı konu.
AD: Sene kaç oluyor?
EF: 1995.
AD: Gazeteciliği ne zaman bıraktınız?
EF: Gazeteciliği bırakmadım, gazetecilik beni bıraktı. Gazeteciliği bırakmam mümkün değil. 1995 yılında Milliyet’ten istifa ettim ve Evrensel’in İzmir temsilcisi oldum. Demokrat İzmir’i konuşuyoruz, ama bilginiz olması açısından Evrensel’den niye istifa ettiğimi de söyleyeyim. Evrensel solda bir gazete olacaktı. Cumhuriyet’ten daha iyi olmayı hedefliyordu. Cumhuriyet aslında iyi bir gazete ama Evrensel’in iddiası daha da iyi bir gazete olmaktı. Beni çağırırlarken de dediler ki “Biz gerçeğin ta kendisini vereceğiz.” Bu beni çok etkileyen bir cümle oldu ve ben çalıştığım gazeteden istifa edip Evrensel’e gittim. Evrensel başlangıçta çok güzeldi. Ahmet Altan Milliyet’te bir yazı yazmıştı “Atakürt” diye ve o yazı nedeniyle Milliyet’ten atıldı. Evrensel bunu manşet yaptı. Şimdi çok olağan ama o zaman olağanüstüydü, bir gazeteci yazdığı bir yazı nedeniyle gazeteden atılıyor. Fakat bir süre sonra Evrensel iki yazarını, yazdıkları yazı nedeniyle işten çıkarmaya kalktı. Biz o zaman İstanbul’daki bütün yazı işleri ve temsilciler, hepimiz birden istifa ettik. Evrensel’den de bu nedenle ayrıldım.
AD: “Evrensel daha iyi gazete olma iddiasındaydı” dediniz. Yeni Asır ve Demokrat İzmir’in 1950’li ve 1960’lı yıllardaki hallerini kıyaslarken şöyle bir tespitte bulundular, “Yeni Asır daha bir gazeteydi”. Kastedilen şu: Yeni Asır’ın daha geniş bir ağı var, tüm Ege’ye hitap ediyor, halbuki Demokrat İzmir sadece İzmir’e hitap ediyor.
EF: Ben onu şöyle açıklayabilirim. Nicelik ve nitelik. Nicelik, evet Yeni Asır. Ama nitelik Demokrat İzmir. Yeni Asır çok parası olan bir gazete, ciddi bir ekonomik güce sahip. Bu güce sahip olduğu için de ağı çok geniş, çok fazla insana ulaşıyor, ellerinde her türlü teknik olanak var. Demokrat İzmir ekonomik olarak hiç güçlü değil, bu nedenle Yeni Asır’la yarışamıyor. Ama nitelik açısından Demokrat İzmir çok daha ağır basar.
AD: Peki gazetenin mizanpajını nasıl buluyorsunuz, çalıştığınız dönemde?
EF: Bugünkü bilgimle baktığım zaman biraz ilkel görünüyor. Ama diğer gazeteler magazin gazeteleri gibiydi. Demokrat İzmir’i o dönemin Cumhuriyet’i gibi görüyordum. Bugünkü bakışla bakamayız, bugünküne kıyasla çok farklı bir mizanpaj. Ama o döneme baktığınız zaman Cumhuriyet’le Hürriyet neyse, Demokrat İzmir’le Yeni Asır öyleydi. Tabii o dönemde de Hürriyet biraz daha demokrat, Yeni Asır biraz daha sağda idi.
AD: Burada “sağ” demek hükümetten yana mı demek, yoksa kraldan fazla kralcı...
EF: Bugünkü gibi değil. Hükümetlerden yana, sağ iktidarlardan yana, ama gazetecilik de yapan. Bugünkü gibi sağda olan, hükümetlerden yana olan, biraz amiyane tabirle “yalaka” bir gazetecilik değil. Hükümetlerden yana, sağdan yana, ama gazetecilik de yapan bir gazete. Bugün hükümetten yana olan gazeteler gazeteciliği unuttu. Gazetecilik yapmıyorlar. Sadece yalakalık yapıyorlar. Yeni Asır gazetecilik yaptı, hakkını yememek gerek.
AD: Demokrat İzmir’in şöyle bir yönü var, bir fikir gazetesi hüviyetine sahip. Sizin döneminizde ayrı bir ek de çıkarıyor muydunuz?
EF: Gazeteye yazıyorduk. Ama gazetenin çok kaliteli bir edebiyat-sanat sayfası vardı. Benim yaptığım bu röportajlar sanat sayfasında çıkardı. Bir sanat sayfası vardı, bir üreticiyle ilgili, tarım ve kooperatiflerin yer aldığı bir sayfa vardı. Ek değil, ama bunlar gibi birtakım sayfalar vardı. Üreticiyle ilgili haftada bir özel sayfalar olurdu. Sanat-edebiyat sayfasında çok nitelikli yazılar çıkardı.
AD: Daha eskiden gazetelerde bir ihtisaslaşma yok. 1950’lerdeki gazetelere baktığınızda bir ekonomi bölümü yok. Onun yerine sanayi ve ticaret odalarından gönderilen bültenler var. Siz burada bir ihtisaslaşmadan bahsediyorsunuz. Bu İzmir gazetelerinde ne zaman başlıyor?
EF: Ben 1970’li yıllarda çalışmaya başladım. Sanırım 1970’li yılların sonuna doğru başladı. Özellikle 1980’li yıllarda kesin vardı. Ben her ne kadar politika ve belediyeye baksam da röportajlarım gazetelerde tutulurdu. Gazete yöneticileri röportaj yazılarımı severdi. Sırf politikaya bakan biri genellikle röportaj yapmaz ya da edebiyatla ilgili bir şeyler yapmaz. Ama ben ihtisaslaşmayla birlikte bu yöne kayardım. Demokrat İzmir’de bu ihtisaslaşma vardı. Biz Sumru’yla politika ve belediyelere bakardık, ki onlar zaten iç içedir. Sanat sayfasını Harika [Gürses] yapardı, sporda bir başka arkadaş vardı. 1979’da bu vardı. Ancak başladığım yılları söyleyebiliyorum, ama 1970’lerin sonunda İzmir’de gazetelerde ihtisaslaşma vardı.
AD: Milliyet’in İzmir’de matbaasının olduğu bir dönemde Milliyet’te gazetecilik yaptınız. İstanbul gazetelerinin taşrada matbaa açmaları bir taraftan da yerel gazeteciliği bitiren faktörlerden biri. Yerel gazeteciliğin bitmesindeki diğer faktörler neydi sizce?
EF: Ben Milliyet’te çalışırken Milliyet’in burada bir matbaası var, yerel gazete olarak güçlü bir Yeni Asır var. Milliyet’te çalışan ve de çalışkan bir gazeteci olarak gidip bakkala bakıyorum, “Yeni Asır beni atlatmış mı?” diye. O rekabet birbirlerini güçlendiriyordu bence. Yeni Asır’ın bugün bu kadar düşük satması, politikasından kaynaklanıyor evet, ama karşısında bir rakip de yok. Milliyet’in çok güçlü muhabirleri olsa, o da kendisini toparlayıp o rekabetin içine girmek zorunda kalacak. Kesinlikle zayıflattığına inanmıyorum. O rekabet bence güçlendirir.
AD: Bugün herhangi bir şekilde Türkiye’de yerel basının tekrar güçlenme şansı olduğunu düşünüyor musunuz?
EF: Gazetecilik güçlenirse evet. Gazeteciliğin kendisi çok kötü bir durumda. Gazetecilik yapılırsa, gerçeğin ta kendisi verilirse yerel basın da güçlenir, ulusal basın da güçlenir. Bugün gerçeği verememek gibi, iktidarın çok yoğun baskısı gibi bir gerçeğimiz var.
AD: Demokrat İzmir’de çalıştığınız dönemde muhalif bir gazetede çalıştığınız için yakın çevrenizde endişelenenler oldu mu?
EF: Demokrat İzmir’de çalışırken çok mutluydum. Eğer Demokrat İzmir devam etseydi, onlar benden vazgeçmediği sürece oradan vazgeçeceğimi sanmıyorum. Yakın çevremde endişelenen de yoktu. Ama Evrensel’de çalışırken çok vardı.
AD: İzmirlisiniz değil mi?
EF: Akhisar’da doğdum. Lise 1’den itibaren İzmir’deyim. 1970’lerin başından beri.
AD: 1950’lerin sonunda Demokrat İzmir’e saldırılar oluyor. Çevrenizde bunu bilenler var mıydı?
EF: Vardı. Ama bu bir endişe yaratmadı. Biz gazeteye başladığımızda bizlerden daha yaşlı gazeteciler var. Onlarla her konuyu konuşuyoruz. İzmir’in basın tarihini, geçmişteki gazeteciliği. Onun yanı sıra ben gazetecilik okudum, okulda da gazetelerin tarihlerini okuyoruz. Bu bilgi bende vardı.
AD: Tam da onu merak ediyorum. Gazeteciler arasında, İzmirli aileler arasında, gazetenin tahrip edilmesi 1970’lerde de hâlâ üzerinde konuşulan, yerleşmiş bir bilgi miydi? Tan matbaasına saldırılması gibi yerleşmiş bir anı mıydı?
EF: Çok fazla üzerinde durulmazdı. Tabii ki biz gazetede kendi aramızda konuşurduk. Bizden daha deneyimli gazeteciler deneyimlerini aktarırlar, okulda gazeteleri araştırırken karşımıza çıkar. Ama Tan matbaası saldırısı gibi değil.
AD: Niye öyle sizce? Tan gazetesi bu kadar bilinirken, Demokrat İzmir saldırısı bilinmiyor.
EF: İstanbul çok önemli. İstanbul’da rüzgâr esse bütün Türkiye biliyor. Ama burada çok daha önemli bir şey olsa o kadar yankı yapmıyor. Basının merkezi İstanbul ve İstanbul’da olan bir şey çok daha büyük görünüyor.
AD: Adnan Düvenci peki tarihi bir figür olarak anlatılan biri miydi?
EF: Evet. Ve gazeteciliği çok takdir edilen biriydi. Kendi aleyhine haberlerin bile gazetede olmasını isteyen bir gazetecilik anlayışı vardı.
İskender Dinsel ile söyleşi
Proje: Bir Mücadele Gazetası!
İskender Dinsel [İD], Aytaç Demirci [AD]
İzmir
20 Şubat 2016
İD: Benim Demokrat İzmir ile tanışmam 1969 yılında oldu. 1969’da Demokrat İzmir’in genç yazıişleri müdürlerinden Akın Simav Bergama’ya gelmişti. Ben o yıl liseyi bitirdim ve üniversite için sınavlara girmiştim. Akın Simav ile Bergama’da tanıştık. O sene CHP’nin gençlik kolları başkanlığını da yapıyordum. Sonra İstanbul’da üniversiteyi kazandım, 1971’e kadar İstanbul’da Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesinde okudum. Ama 12 Mart dönemi yargılamaları sonucu okuldan atıldım. Kısa bir dönem sıkıntılarım oldu. İzmir’e döndüğümde tekrar üniversite sınavlarına girdim. O yıl özel üniversiteler devletleştirildi. İzmir’deki Basın Yayın Yüksekokulu da Ege Üniversitesine bağlı bir devlet üniversitesi haline gelmişti, orayı kazandım ve akşam bölümünde okumaya başladım. Gündüzleri boş olmayı kendim istemiştim. Akın Simav’ın yanına uğradım. Onunla tanışıklığımızı, maceramı anlattım. 1972 yılında Demokrat İzmir maceram bu şekilde başladı. Gündüz Demokrat İzmir’de çalışıyor, akşam da Basın Yayın Yüksekokulunda okuyordum. Siyaset muhabiri olarak gazetede çalışmaya başlamıştım.
AD: O yıllarda genç bir gazetecinin siyaset muhabirliği nasıl oluyordu?
İD: Çok kolay değildi tabii. 1972-73 yıllarında CHP’de Bülent Ecevit’in genel sekreterlikten genel başkanlığa yürümesiyle çok aktif bir değişim ve dönüşüm başlamıştı, hem CHP içinde hem Türkiye içinde. Bülent Ecevit, hem CHP’yi dönüştürmeye hem de Türkiye’de farklı bir siyasi söylemi yerleştirmeye başlamıştı. Ben de CHP gençlik kollarından geldiğim için partiyle bağımı hiç koparmamıştım. İstanbul’dayken de CHP üyesiydim, İzmir’e döndüğümde yine üyeliğim devam etti, gençlik kollarında çalıştım, il yönetimlerinde bulundum. Bir taraftan partiyle bağım devam ederken bir taraftan da fiilen gazetecilik yapma ve bunu yaşama imkânı buldum. Tabii bu sadece Demokrat İzmirgazetesinde olabilecek bir şeydi. Çünkü Demokrat İzmir gazetesi Ege’de CHP’yi destekleyen, CHP ile iç içe olan bir gazete görünümündeydi. O yüzden meslek olarak, tecrübe olarak yetersiz olmama rağmen, bulunduğum ortam, yani Demokrat İzmir buna yardımcı oldu. Kısa sürede, CHP muhabiri, siyaset muhabiri gibi bir alanda çalışmaya başladım.
AD: Bu bir eğitim süreciyse gazetedeki hocalarınız kimlerdi?
İD: O zamanlar, ve tabii hâlâ daha, bizim için erişilmez bir insan, Attilâ İlhan vardı. Attilâ İlhan genel yayın müdürüydü, müthiş bir disiplini olan, müthiş bir bilgi birikimi olan, sadece romancılığı, şairliği değil, yayıncılık konusunda da inanılmaz deneyimi, bilgi birikimi olan bir edebiyat adamıydı. Tabii bunun karşılığında Demokrat İzmir’den ayrılıp Ankara’ya gittiğinde bir yayıncı olarak görevine devam etti. Attilâ İlhan’dan çok şeyler öğrendik. Öncelikle dünyaya tek bir bakış açısıyla bakılmaması gerektiğini öğrendik, bize CHP ile dünyanın ölçülemeyeceğini, anlaşılamayacağını, bir ülkeyi anlamak için temel öğretilerden geçip o ülkenin dinamiklerini, kuruluş ilkelerine varıncaya kadar anlatabilen müthiş bir hoca, müthiş bir ustaydı. Saat beş buçuk, altı gibi gazete sayfaları bağlanır ve ondan sonra biz günün sonunda yazı işleri olarak ne yaptığımızı konuşmaya başlardık. Attilâ İlhan her hafta bir gün, iki gün bize “Gazeteyi bağladık, ama Türkiye’yi nasıl bağlayacağız?” onu anlatırdı. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayıp Kurtuluş Savaşı’na, cumhuriyetin ilk yıllarını, müthiş bir ustalıkla, müthiş bir zenginlikle anlatırdı. Çok yararlandık. Kendi kitaplarını okumamızı tabii ki isterdi, ama bize her ay okumamız gereken kitapları verirdi. O dönemde benim gibi Ahmet Delikçi, İlker Güneş vardı; Elvan [Feyzioğlu] daha sonra katıldı, Sumru [Gülümser] vardı. Kaya [Çelikkanat] ağabey o dönemde ayrıldı, sonra tekrar geldi, beraber çalıştık.
Biz o kitapları okuduktan sonra ne anladığımızı konuşurduk. Dört yıllık üniversite eğitimim içinde hiç öyle bir hocayla karşılaşmadım. İnanılmaz bir fikir takipçiliği vardı. Verdiği şeyin mutlaka karşılığını sizden isterdi. Demokrat İzmir’in geniş bir istihbarat odası vardı, masaların bulunduğu. Orada otururken Akın ağabey “Sen şimdilik, bugün masada otur. Daktilo kullanmasını biliyor musun?” dedi. “Hayır, bilmiyorum,” dedim. “İşimiz çok zor!” dedi. Bir gazeteci daktilo kullanmıyorsa nasıl olacak? Önüme bir daktilo koydular, o daktiloda ben tuşlara basarak yazmaya çalışıyorum. O sırada Attilâ İlhan geldi başıma, “Akın bu kim?” dedi. Akın ağabey, “Bu yeni arkadaşımız. Gazeteci olacak, okulda da okuyor,” dedi. “Peki şimdi ne yapıyor?” “İşte önüne daktilo verdik yazı yazacak,” dedi. Omuzuma dokundu, “Hadi bakalım evlat, yaz da görelim. Bakalım nasıl vuruyorsun tuşlara?” Uzun, sadece bir gözü olan istihbarat masaları vardı. “Kâğıdım yok,” dedim. “Çekmecede vardır kâğıt,” dedi. Elimi masanın altına uzattım, çekiyorum, ama hiçbir şey gelmiyor. Attilâ İlhan o zaman “Akın çok zor, bu arkadaş daha masada nasıl oturulacağını bilmiyor,” dedi. Çekmeceler öbür tarafta kalmış, ben masaya tersten oturmuşum. Önce masaya nasıl oturulur onu öğrendik. Sonra gazetecilikte daktilo dersleri vardı, on parmak F klavye dersleri vardı. Onlar da katkıda bulundu, bir süre sonra o sorunları aşmış olduk.
AD: Attilâ İlhan’ın gazete içindeki bu eğitim çalışmalarının üretilen gazeteye somut bir katkısının olduğunu izleyebiliyor muydunuz?
İD: Tabii bizi geliştirmeye çalışıyordu. Biz ne kadar olaylara daha farklı bakabilirsek, daha geniş bir açıdan bakabilirsek gazetenin o kadar daha iyi, farklı şeyleri yakalayabileceğine inanan bir insandı. Onun için bizim eğitilmemizi, gazeteci olarak gazeteye bakışımızın farklılaşmasını istiyordu. Hiç kimseyi kategorize etmek istemiyordu. Attilâ İlhan’ın da bir dünya görüşü vardı, ama onu öylesine zenginleştirerek başyazılar yazardı ki zaten o başyazılar o zamanki basın içinde Ankara’da da, İstanbul’da da ses getiren yazılardı. Dar bir alandan çıkıp geniş bir alandan bakmamıza faydası olan eğitimlerdi bunlar. Bunu yapabilmek için Türk edebiyatını, Türkiye tarihini, coğrafyasını, sosyolojisini çok iyi öğrenmemiz gerektiğini söylüyordu. Teori tamam, ama o teoriyi gazetecilikte pratiğe dönüştüren insanlar olarak, o teoriyi o pratikle çok iyi harmanlamamız gerektiğini bize öğreten konuşmalar yapıyordu bizimle.
AD: Attilâ İlhan dünya basınını da takip ediyor sürekli ve bunu yazılarına da yansıtıyor. Sizden böyle bir beklentisi var mıydı? Gazete içinde bir çeviri faaliyeti, yabancı yayın takip etme faaliyeti olur muydu?
İD: Söylediği en önemli şeylerden biri de bizim mutlaka bir yabancı dili okuyabilmemiz ve konuşabilmemizdi. Ama üniversitelerin o günkü eğitim şartlarında çok mümkün olan bir şey değildi bu. Eğer bir kolejde veya yabancı kökenli bir lisede okumamışsanız yabancı dile ilginiz üniversitede son derece kısıtlıydı. Bizim dönemimizde filolojiler hariç, Orta Doğu ve Boğaziçi’nden başka yabancı dille eğitim veren, yabancı dille tanışabileceğiniz üniversiteler yoktu. Ve bizi sürekli o konuda teşvik ederdi. Hatta bu konuda bir defa Ayten [Düvenci] Hanım’la konuştuklarını biliyorum. “Ayten Hanım bu çocukları daha iyi yetiştirebilmek için yabancı dil kursu veren bir yerle anlaşalım veya içeride bunu çözebilecek bir arkadaşla bu sorunu giderelim” şeklinde önerileri olduğunu biliyorum. Ama maalesef hayata geçmedi. Sonra biz kendi hayatımız için onu kendi olanaklarımızla aşmaya çalıştık. Aşabilenler oldu, aşamayanlar oldu. Dünyayı tanımamızı tabii ki istiyordu.
AD: Burada bir parantez açarak iki soru sorayım. O yıllarda Gazetecilik Yüksekokulundaki eğitim yeterli miydi? Yoksa asıl eğitimi Demokrat İzmir’de aldığınızı mı düşünüyorsunuz?
İD: Tabii ki o okullarda alınan eğitim yeterli bir eğitim değildi. O okullardan bir gazeteci çıkması ya da yayıncılığa meraklı bir insan çıkması çok zordu, ancak içinizde bir şeyler varsa... Sınıflar hatırlıyorum 60-70 kişilikti. O sınıflardan fiilen gazetecilikle uğraşan insan sayısı on kişiyi aşmamıştır. Hepsi başka başka mesleklere yönelmiştir. Oysa o zamanlar İzmir’de sürekli yayın yapan, Demokrat İzmir, Yeni Asır, Ege Ekspres, Ticaret gibi 4-5 gazete vardı ve bunların genç insanlara ihtiyaçları vardı. Biz mektepliydik, ama alaylı tarafımız daha asır basıyordu. Gazetede daha fazla şey öğrendik.
AD: Hocalar arasında da bu yerel gazetelerde bilfiil çalışan insanlar yok muydu?
İD: Vardı, ama hocalık çok farklı bir şey. Sizi dünyaya açabilen, soru sormasını öğreten, sizi araştırmaya sevk edebilen hocalar değillerdi. Sadece var olan durumu anlatan, yazılmış kitaplardan sizi sınav eden, o yazılmış kitaplardaki bilgilerle sizi ölçen hocalardı. Bazı hocalarımız İstanbul’dan geliyordu. Hukuk, iktisat hocalarına diyecek bir şeyim yok, ama meslek derslerinde yetersizdik. O dönem İstanbul için de belki aynı şey söz konusuydu. Şimdi şimdi belki iletişim fakültelerinde meslekten gelen çok kıymetli hocalar, onlar da kendilerini daha farklı yetiştirebildikleri için öğrencilerine daha kıymetli şeyler verebiliyorlar.
AD: Bir de alaylı olup da Gazetecilik Yüksekokulu açılınca diploma almak üzere okula gelen, profesyonel öğrenciler varmış galiba.
İD: Onlar o okulun özel okul olduğu dönemlerdi, yani sınavla girilmeyen dönemlerdi. O dönemde İzmir’de bizden büyük olan gazetecilerin hemen hepsi o okula gelip mezun olup diploma aldılar. Fakat benim girdiğim yılda merkezi sistem sınavıyla öğrenci aldıkları için, o şans orada bitmişti. Ancak sınavı kazananlar okula devam edebiliyordu.
AD: O halde, sizin “o okulda bulunan öğrencilerin gazeteciliğe şevkle bağlanmaları çok zordu” dediğiniz, okulun merkezi sistemle öğrenci almaya başladığı dönem...
İD: Evet.
AD: Peki, Ayten Hanım’la Attilâ İlhan’ın gazete içindeki iş ilişkisi nasıldı?
İD: Benim gördüğüm çok resmiydi. Demokrat İzmir binasında altta baskı makinaları, orta katta dizgi makinaları ve üst kat yazı işleriydi. 52 dik basamakla çıkılırdı. O basamakları çıktıktan sonra ilk gelen büyük oda Attilâ İlhan’ın odasıydı. Ayten Hanım’ın odası ise onun tam tersiydi. Ayten Hanım çok fazla gazeteye karışan birisi değildi. Önerileri veya istekleri varsa bunu ancak Attilâ Bey veya Akın Simav’la yansıtırdı. Biz bir arada nasıl olduklarını çok bilemezdik.
AD: Örneğin, Attilâ İlhan’ın çalışanların eğitimine yönelik projesini Ayten Hanım’a açtığını söylediniz. Ayten Hanım’ın gazete için vizyonu neydi sizce? Bu bakımlardan vizyoner bir gazete patronu olduğunu söyleyebilir misiniz?
İD: Tabii söyleyebilirim. Ayten Hanım, Adnan Düvenci’den kalan bir mirası omuzlarında taşıma kabiliyetini ve yeteneğini göstermiş bir kadındı. Üstelik o devirde bir kadın olarak bunu yapması gerçekten çok büyük bir başarı, çok büyük bir meziyet. Ne yazık ki etrafında bunu daha ileriye götürebilecek insan sayısı çok azdı. Attilâ İlhan çok uzaktı. Âdeta kendi dünyası içinde ve o kendi dünyası içinde olan bizlerle ilişkisini belli ölçülerde götüren bir insandı. Kaldı ki Demokrat İzmir’de çok fazla da hayatı olmadı, bir süre sonra Ankara’ya gitti. Ama buna rağmen o yıllar, 1973-77 arası dönem, Demokrat İzmir gazetesinin teknik olarak giderek geride kaldığı, gazetelerin farklı atılımlar yapabildiği yıllardı. O yüzden Demokrat İzmir gazetesi hâlâ rotatiflerle basılırken, kurşun mürettip dökülerek mürettiphanelerde gazete dizilirken rakipleri ofset teknolojisine geçmişti. Gazetenin bunu başarabilecek bir gücü yoktu, etrafında bunu başarabilecek bir sermaye grubu da yoktu. Dolayısıyla Ayten Hanım var olanı muhafaza etmeye çalışmak durumundaydı. Gazeteye zarar gelmemesi, gazetenin hayatını sürdürebilmesi için muhafazakâr davranıyordu. Yeniliklere açılabilmek için kredi almak ya da ortak almak gibi düşüncelere kapılarını kapatmıştı.
AD: 1972’de bilfiil gazetede çalışmaya başladığınızda muhalif bir gazetede çalışmaya başladığınız bilinciyle mi başlamıştınız?
İD: Bilerek ve isteyerek, elbette.
AD: Gazetenin bu muhalif kimliğinin İzmir yerel basını içindeki konumu neydi? Gazete İzmir’de nasıl konumlanıyordu?
İD: Bölgede çok etkiliydi. Hiçbir yerel siyasi oluşumun ya da yerel yönetimlerin “Demokrat İzmir ne yazmış, Demokrat İzmir’de bugün ne olmuş?” öğrenmeden güne başladıklarını zannetmiyorum. Etkisi epey güçlü bir gazeteydi.
AD: Bu ne kadar devam etti sizce? Gazete kapanana kadar devam etti mi?
İD: 1977 yılı sonlarına kadar, yani CHP’nin MSP ile kurduğu koalisyona kadar bu iş böyle devam etti. Ama 1977’den sonra Basın İlan Kurumundan gelen ilan gelirlerinin azalması, özel ilan alma kapasitesinin neredeyse sona ermesi... Üstelik diğer gazeteler büyük bir promosyon yarışına girmişlerdi o dönemde. Biri televizyon verir, biri araba verir, çanak çömlek verir... Bu sadece yerel gazeteler için değil Babıâli gazeteleri için de söz konusuydu. Dolayısıyla Demokrat İzmirgazetesi bu tür atılımlarda olmak, bu tür promosyonlara girmek istemedi. Sadece gazetecilik yaparak ayakta kalmaya çalıştı. Tabii ortam da buna izin vermediği için, bir süre sonra gazete ekonomik bir darboğaz içinde buldu kendini. O günleri ben yaşadım. 1976 yılında kısa dönem askerlik için gazeteden ayrıldım. 1977 yılında tekrar döndüğümde Akın Simav milletvekili seçilmişti ve o da ayrılmıştı. Gazeteyi eskiyle bağlayabilecek biri olarak Kaya Çelikkanat tekrar Demokrat İzmir’e dönmüştü. Ben askerden döndükten sonra, Kaya ağabey, ben ve birkaç arkadaş tekrar çalışmaya başladık. O sırada gazeteyi Ticaret Matbaası’nda bu sefer ofset olarak basmak üzere bir anlaşma yapılmıştı. Gazetenin birinci ve ikinci katlarındaki baskı ve dizgi makineleri artık kullanılmaz haldeydi. Gazete Demokrat İzmir’de hazırlanıyor, Ticaret Matbaası’nda baskıya giriyordu. O dönemde Akın ağabey de olmadığı için ben biraz daha fazla sorumluluk alıyordum. Gazeteyi hazırladığımızda, akşamüzeri 6.30-7 gibi pikajını Demokrat İzmir’de yapardık. Ondan sonra pikaj kartonlarına koyup Yusuf’la beraber Ticaret Gazetesi’ne giderdik. Orada filme çekilir, renklendirilecek alanlar varsa renklendirilir, son dakika haber değişikliği varsa onlar yapılır ve gazete basılıncaya kadar, yani genellikle 11.30-12’ye kadar orada baskıyı bekler, baskıyı elimize alınca ayrılırdık.
AD: Gazetenin diğer çalışanlarına bu süreç nasıl yansıyordu? Siz neticede daha yönetici konumdasınız, diğer tarafta patronlar var. Ama bir de gazetenin mürettipleri, makinistleri, diğer kademelerde çalışanları var. Gazetenin giderek küçülmesi onlara nasıl yansıyordu?
İD: Eski teknolojiyle, yani rotatiflerle basılan, mürettiphanelerde gazetelerin dizildiği, başlıkların hazırlandığı bölümler ortadan kalktı. Ofset teknolojisine geçtikten sonra hem baskı makinelerinde çalışan insanlar, hem de orta kattaki dizgiciler işten ayrıldılar. Onun yerine daha genç arkadaşlar gazetenin pikajını yapmak için yeni teknolojiyle gazeteyi hazırlamaya başladılar. Tabii Demokrat İzmir hiçbir zaman çalışanına yeterli parayı verebilen bir gazete olmadı. Demokrat İzmirolmadı da diğer gazeteler oldu mu? Hayır, onlar da olmadı! Şimdi durum farklı mı? Şimdi de durumun farklı olduğunu sanmıyorum. Türkiye gazetelerinde fiilen muhabir, foto-muhabir gibi kademelerde çalışan gazetecilerin çok doyurucu bir ücret aldıklarını zannetmiyorum. Ancak belli bir seviyeye gelmiş olan insanların kendilerine yetebilecek parayı kazandıklarını düşünüyorum. O tarihlerde bu daha da farklıydı. Genç arkadaşların öncelikli savaşı şuydu: Basın kartını alabilecek kadar bir fedakarlığa katlanmak. O zaman, bizim gibi genç muhabirler için paradan çok daha değerliydi sarı basın kartı. Şimdi ne kadar değerli olduğunu bilmiyorum ama o devirde onun apayrı bir yeri vardı. Onu sağlayabilmek için gazetelerde bugünkü asgarî ücret diyebileceğimiz ücretlerle çalışıyordu muhabirler, foto-muhabirler. Dizgici, pikajcıların sarı basın kartı hakkı yoktu, onlar da ancak kolla geçinebilecek olan parayı kazanabiliyorlardı.
AD: Kendi maaşınızı düşününce, 1970’ler boyunca geliriniz nasıl değişti? İlk maaşınızın neydi, ayrıldığınızda kaç lira alıyordunuz?
İD: O dönemde hiç para hesabı yapmadık. Bekâr da olduğum için... Hemen hepimizin de öyleydi. Belki evli olan arkadaşların daha farklı sorumlulukları vardı ama. Hayatımızı bir ay boyunca idame ettirebileceğimiz bir para, bizim için kazanılmış olan paraydı. Daha fazlasını düşünmek, beklemek söz konusu bile değildi. Hiç olmadı. 1972’den gazetenin kapandığı döneme kadar Demokrat İzmir’de çalıştığım hiçbir dönem ücret konusunda ne Ayten Hanım’la ne Yusuf’la hiçbir konuşma yaptığımı bilmiyorum. Yapabilecek konumda olduğum günler vardı, özellikle son zamanlarda, ama o zaman bile aklımızdan geçen bir şey değildi.
AD: Diğer gazetecilerle konuşurken, “maaşlar yüksek değildi, evet, ama kimse geçim zorluğu çekmezdi” şeklinde özetliyorlar...
İD: Belki de öyle. Hayat belki daha kolaydı, daha az şeye para harcıyorduk, tüketim bu kadar çılgınlaşmamıştı. Aldığımız para da herhalde bizi ayakta tutabilecek bir meblağ idi ki çok büyük bir sıkıntı olmadı. Bir tek şunu hatırlarım, Ahmet Ünal Delikçi’nin masasında grev yaptığını hatırlıyorum. Belediyeye ve siyasete bakardı Ahmet. Benden bir süre önce gazeteye girmişti. Sonra Yeni Asır’da mesleğe devam etti. O zaman sendikalaşma konusunda bütün gazetelerde direnç vardı, sendikalaşmıyorlardı. Engeller çıkarılıyordu. Aynı durum Demokrat İzmir’de de vardı. Yeni Asır’da, Ekspres’te, Ticaret’te, hiç sendikalı bir gazeteciyi göremezdiniz, ya da sendikalı gazeteci olsa dahi, bunların gazete içinde sendika faaliyetlerini sürdürmesi hiç söz konusu olmazdı. Ahmet Gazeteciler Sendikasına üye olarak tek kişilik bir grev yaptı. Bir gün masasının üstüne bir yazı koydu, “Bu işyerinde grev vardır!” diye, aldığı ücret konusunda... Ve o yazı bir iki gün durdu masada. Sabah geliyor, masasında oturuyordu. Bir iki gün o yazı da, Ahmet de öyle durdular. Habere çıkmadı, haber yazmadı. İki gün sonra hepimizle konuşularak küçük bir iyileştirme yapıldı. Ahmet’in o eylemi Demokrat İzmirtarihinde bir sendikal eylem olarak benim hatırladığım tek eylemdir. Toplu bir eylem hiç olmadı, ki İzmir’in hiçbir gazetesinde olmadı.
AD: Gazetelerdeki sendikalaşmanın olmamasından söz ettiniz. Bu 212’den sonra, 27 Mayıs’tan sonra gazetelerde sendikalaşma artıyor. Sizin zamanınızda olmamasının sebebi nedir?
İD: Bülent Ecevit’in Çalışma bakanlığı yaptığı dönemde sendikalaşma hakları getirildi. Gazeteciler için de söz konusuydu, ama gazetelerin sendikalaşabilecek kesimleri daha çok kol emekçileriydi. Baskı ünitesinde, mürettiphanede, paketlemede çalışanların yaptıkları bir şeydi. Fiilen gazetecilik yapan insanlar için Türkiye’de Gazeteciler Cemiyeti hep daha ön plandadır, ama Gazeteciler Sendikası hiçbir zaman bir gazete içinde toplu sözleşme yapmaya, ya da bir muhabirinin, foto-muhabirinin haklarını korumaya yönelik bir hareketin içinde olmamıştır. Belki doğasına aykırı bir şey bu. Ne olursa olsun, Demokrat İzmir gibi bir gazetede 212’ye göre çalışanların sayısı 14-15’tir. Böyle küçük yerlerde sendikal hareketi örgütleyebilmek çok kolay değildir. Ama bu 14-15 kişilik gazetelerin altında mürettiphane, baskı ve diğer çalışanlarla beraber bu sayı 60-70 kişiye ulaşır. Orada daha yoğun kol emekçileri vardır. Onların tek bildikleri de o gazete değil, yaptıkları iştir. Oysa biz yaptığımız iş kadar, emeğimizi verdiğimiz kadar ne yaptığımızı da çok önemsiyorduk. Yani bazen ne yaptığımız, gazeteci kimliğimiz, bizim emek konusunda vereceğimiz mücadelenin hep önüne geçiyordu. Feda edemiyorduk. Gazeteciliğimizi hakkımızı arama konusundaki mücadeleye hiçbir zaman feda edemedik. Bunun Türkiye’de hiçbir yerde olduğunu zannetmiyorum. Küçük örnekleri vardır, belki Cumhuriyetgazetesinde, belki Anadolu Ajansı’nda, belki Türk Haberler Ajansı’nda... Büyük gazetelerde bu tür hareketler olmuştur belki, ama çok büyük kıyımlarla bu hemen önlenmiştir. Gazeteciler Sendikasının hiçbir yerde toplu sözleşme imzaladığını hatırlamıyorum.
AD: İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nde Demokrat İzmir’in hiç baskın olduğu bir dönem oldu mu?
İD: Hiç hâkimiyeti olmamıştır. Gazeteciler Cemiyeti’nin hâkimiyeti Yeni Asır ve Ekspres gazetelerindeydi.
AD: O dönemde Cemiyet’te hâkim olan isimler kimler?
İD: Sabri Süphandağlı gibi bir Cemiyet başkanı var, ki 20-25 yıl başkanlık yapmış. Ondan sonra gelenler de hep aynı kanaldan gittiler. Dolayısıyla İzmir’de Cemiyet’te Cumhuriyet ve Demokrat İzmir gazetelerinden çıkmış olan gazetecilerin hiçbir zaman çoğunluk oluşturduklarını görmedim. Daha sonra zaten TRT Cemiyet’te ağırlığını hissettirmeye başladı.
AD: Gazete çalışanları olarak birçok isim sol eğilimli görünüyor; siz CHP içinde aktif siyaset yapıyorsunuz, gazetenin başında bir dönem Attilâ İlhan var... Gazete solcu bir gazete miydi, yoksa yalnızca muhalefet yapan bir gazete miydi?
İD: Her ikisi de vardı. Attilâ İlhan’ın yönettiği bir gazeteye sadece muhalif demek mümkün değil. Onun dışında yazan öyle isimler vardı ki onların yazılarının yayımlandığı yerde sadece iktidara muhalefet yapan bir gazete demek mümkün değildi. Ama Attilâ İlhan’dan sonra ve Akın Simav’ın milletvekili olmasından sonra daha çok muhalefet yapan bir gazete haline dönüştü. Söylediğim yıllarda da Türkiye’de sol kendi içinde onlarca parçaya bölünmüştü, solun kendi içinde, kendi kendisine yaptığı muhalefet, kendi dışına yaptığı muhalefetten çok daha şiddetli ve gündemi meşgul eden bir haldeydi. Yanlış bir gündemdi, ama var olan mücadelenin böyle yapıldığı sanılıyordu. Sol fraksiyonlar arasındaki mücadele belli bir anlayışla sona erdirilip dışarıya yansıtılabilseydi belki Türkiye 1980 darbesine kadar da gitmeyebilirdi.
AD: Gazete CHP içindeki gruplaşmalardan da etkileniyor.
İD: Elbette. O zaman bir sol grup vardı, İzmir’de Süleyman Genç’in, Neccar Türkcan’ın başını çektiği bir sol grup vardı. CHP içinde İnönü’den kalan düşünceyi temsil eden gruplar vardı, onun karşısında Bülent Ecevit’le birlikte hareket eden yeni bir nesil vardı, Akın Simav gibi, Alev Coşkun, Ahmet Taner Kışlalı gibi, büyük bir gruptular. Dolayısıyla Demokrat İzmir CHP içindeki bu üç grup arasında zaman zaman gidip gelen bir gazeteydi.
AD: Gazeteye dışarıdan bakınca Ecevit’e yakın görünüyor. Gazete içinde diğer gruplara yakın olan isimler kimler?
İD: Tabii ki Bülent Ecevit’e yakın olan Akın Simav’ın yazıişleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olarak ağırlığı vardı. Kaya Çelikkanat vasıtasıyla, inisiyatifi o eline aldığında gazete biraz daha Süleyman Genç ve Neccar Türkcan’a yaklaşırdı. Osman Özden gibi biraz daha eskiden kalan arkadaşlarımız da İsmet İnönü’ye olan bağlılıklarını gazete içinde aldıkları tavırla sürdürürlerdi. Gazetenin hazırlanmasında herkes kendi fikrini mutlaka ortaya koymaya çalışırdı.
AD: Peki üç ayrı yöne çekilmeye çalışılan gazetede dengeyi sağlayan unsur neydi?
İD: Orada Ayten Hanım’ın kararlı bir tutumu vardı, bu yadsınamaz. Biz kendi içimizde bu farklı fikirleri taşısak bile gazeteyi günün sonunda hazırlarken kendi içinde çatışma olan bir gazete görünümünde olmak istemediğimiz için gazete mutlaka yıllardır sürdürdüğü kararlığını ve çizgisini korumayı başarırdı. Mücadele kendi içimizde olurdu, ama gazeteye baktığımızda yıllardan beri süzülegelen, CHP’nin orta düşüncesini temsil eden bir gazete olarak çıkmaya devam ederdi.
AD: 1970’lerin başında Attilâ İlhan gazete logosuna Atatürk’ün kalpaklı resmini ekliyor. Bunun arkasında yatan fikir nedir? Bu neyin simgesi?
İD: Attilâ İlhan’ın kitaplarına baktığınızda açık bir şekilde görürsünüz. Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar önemli olduğunu bilen, Atatürk’ü son derece bilinçli bir şekilde sahiplenen Attilâ İlhan bu kimliğini bu gazeteye de yansıtmış ve bu konuda mücadelesini vermiştir.
AD: Peki bahsettiğiniz üç farklı fraksiyonla yan yana koyunca nereye yerleşiyor?
İD: Onların üzerine. Hiçbirimizin o gün tek tek İzmir’i temsil ettiğimizi düşünmüyorum. Süleyman’a da sorsanız, Neccar’a veyahut Alev’e de sorsanız, hiçbirisi bunun mücadele edilecek bir fikir olmadığını söyleyecektir. O konuda herkes hemfikirdi ve sonuçta hepimiz onun altında birleşebiliyorduk.
AD: Attilâ İlhan siyasi olarak ağır bir figür. Bir yandan da magazini hiç ihmal etmeyen biri. Gazeteye magazini katıyor...
İD: Hayatının şekillendiği önemli yıllarını Fransa’da geçirdiği için o dünyanın farklı zenginliklerini de bilen, hissettiren ve bunların bu gazete için bulunmaz bir malzeme olacağını da bilen birisiydi. Mutlaka gazetelerin böyle yönleri olması gerektiğini, nitelikli magazin yapılması gerektiğini bilen birisiydi. Bütün derdi şuydu: sadece Türkiye içinde kısılıp kalmayın, Türkiye’yi anlayın, ama dünyayı da anlamaya çalışın.
AD: O yıllarda Demokrat İzmir’in epey bir atılımı var, müzik yarışmaları, festivaller...
İD: O konuda Erkan’ın [Sevinç], Ali Kocatepe’nin, ismini hatırlayamadığım bir arkadaşın daha, müzik yarışmaları, o yıllarda çıkan pop müziğin yaygınlaştırılması ve anlatılması konusunda müthiş gayretleri vardı. Erkanların çok nitelikli sanat, kültür, müzik sayfaları yaptıklarını biliyorum. Ve o tam sayfalardaki yazılar bugün Sezen Aksu’lardan Ali Kocatepe’lere kadar uzanan müthiş bir gelişimin ilk adımlarıydı. İnanılmaz faydaları olmuştur. Çok ses getiren şeylerdi. Demokrat İzmir’in sanat, kültür, magazin sayfalarının diğer rakiplerinin çok çok ötesinde olduğunu biliyorum. Çok da ses getirirdik, üstelik o imkânsızlıklara rağmen. Erkan bir taraftan Tıp Fakültesinde okurken, bir taraftan da bu sayfaların hazırlanmasında inanılmaz gayretliydi. Zaten Yaşar Aksoy da sanat sayfalarına katkıyla başladı.
AD: Gazetede böyle büyük atılımlar var, proaktif bir çizgi, çok güçlü kalemler yazıyor, son derece angaje muhabirleri var, ama gazete kaçınılmaz bir şekilde başarısız oluyor. Neden?
İD: İçerideki dinamiği yukarıya taşıyabilecek bir merkez iradeye ihtiyaç var. Demokrat İzmir’in istihbarat servisine bakarsanız, burada çalışan gazeteci gençlerin İzmir’in en iyileri olduklarını görürsünüz. Mesela Esat Erçetingöz’ün bir anısını anlatayım. Çok basit kare makinalar vardır. Onların çok iyi modelleri de vardı, ama gazeteye geldiğinde Esat’ın elinde çok basit bir Lubital var. Televizyon da o yıllarda yeni yeni yayına başlamış. Bir dünya güreş şampiyonası var. Her taraftan fotoğraflar geliyor, spor servisine, Yeni Asır’a, Türkiye basınına. Ama Demokrat İzmir öyle bir ajansa abone olmadığı için o fotoğrafları elde edemiyor. 1970’li yıllarda güreş neredeyse futbol kadar popüler ve önemli, ama biz fotoğraf koyamıyoruz. Esat bir gün televizyonun karşısına geçti, Lubital makinesiyle televizyondan bir fotoğraf çekti. O günkü televizyon kalitesi, o günkü fotoğraf kalitesiyle o kadar güzel bir kare yakaladı ki belki de o şampiyonanın en iyi fotoğraflarından birini elde etti. Böylesine yetenekli, işi konusunda daha farklı ne yapabileceğini düşünen bir kadro var. Ama bu kadroyu, teknik destekle, eğitimle daha iyi yerlere taşımak konusunda yukarıda bir yönetim kabiliyeti yoksa, siz ne kadar iyi olursanız olun, o gazeteyi istenilen noktaya taşıyamazsanız. Neticede o iyi insanlar birer ikişer başka gazetelere veya farklı alanlara kayıp gidiyorlar. Demokrat İzmir’in çok iyi bir kadrosu, çok iyi yazarları, gönülden çalışan bir ekibi vardı 1970-80 arasında, para söz konusu değildi. Çalışanlar için belki para söz konusu değildi, ama gazeteye para gerekiyordu. O atılımı yapabilmek, o yeni teknolojiyi kullanabilmek için para gerekiyordu. Ama Demokrat İzmir’in böyle bir parası yoktu. Riske girmediler, kredi kullanmadılar, sermaye koyabilecek bir ortak arayışı içine girmediler. O devirlerde bu tür şeylerde çok bilinmiyordu, en fazla bankadan kredi alabilirdiniz, makineler getirtmek ve teknolojiyi yenilemek için. Dolayısıyla kendi kendine kaçınılmaz sona gelmeye başladı.
AD: Ve bu son da Yeni Asır tarafından satın alınması. Nasıl gelişti süreç? Yeni Asır’la bütünleşme nasıl oldu?
İD: Akın Simav’ın milletvekili olmasından sonra patronla gazete arasındaki irtibatı sağlayabilecek kimse kalmadı. Gazeteyi biraz daha ileri götürebilecek, yatırımlar konusunda patronu ikna edebilecek kimse kalmadı. Akın’ın gazetenin ne yapması gerektiği konusunda bir fikri vardı. Eğer yatırım yapılabilseydi bu gazete bugün hâlâ yaşıyor olabilir, Yeni Asırgibi bir gazete haline gelebilirdi. Ama yatırım yapılmadığı takdirde sonunun da hızla geleceğini biliyordu. O sırada Yeni Asır’dan önce, Ersoy Dinç adında, Dikili CHP ilçe başkanı bir avukat vardı. Bizim tanıdığımız, Akın Simav’ın tanıdığı, hatta yönetimin tanıdığı biriydi. Varlıklı bir avukattı, Dikili’de oturuyordu, ama İzmir’de yazıhanesi vardı. Ayten Hanım’la da konuşulduktan sonra o ikna edildi. Demokrat İzmir’e ortak olacak ya da Demokrat İzmir Ersoy Dinç’e satılacaktı. Hatta rakam konusunda bir mutabakata varıldığı da konuşuluyordu. Ersoy Dinç ile bu görüşmeler devam ederken bir anda Yeni Asır gazetesi patronu Dinç Bilgin’in Demokrat İzmir’i satın almak konusunda bir girişimi olduğunu duyduk. Ama biz duyduğumuzda bu iş galiba olup bitmişti. Demokrat İzmir gazetesinin Dinç Bilgin’le anlaşması tamamlandıktan sonra 23’ünde, gazetenin benim dışımda bütün herkesle anlaşmaları, sözleşmeleri iptal edildi. Bizlere Yeni Asır bünyesinde hazırlanacak olan Demokrat İzmir gazetesinde çalışmayacağımız söylendi. Herkes gazeteden ayrıldı. Çünkü Demokrat İzmir’i devam ettirmek üzere almadılar. Belirli bir geçiş düzeni ve Ankara’daki Basın İlan Kurumuna duyuruların yapılması ve izinlerin alınmasına kadar Demokrat İzmir gazetesi kendi ismiyle devam edecekti. Gazetelerin o sırada Basın Yayın haklarını kaybetmeden bir defa isim değiştirme hakları vardı. O hakkını kaybetmeden Raporgazetesine dönüşecekti. Tabii Yeni Asır gazetesi içinde Demokrat İzmir’i Demokrat İzmir gibi yayına hazırlayabilecek kimse yoktu. Bir tek kişiye ihtiyaç vardı, onun da yapması gereken ajanslardan gelen haberleri Demokrat İzmir’in tandansına göre biçimleyerek, eski formatını koruyabilecek bir gazeteye dönüştürmekti. Bir buçuk, iki ay kadar ben o görevi yaptım. Son gün Demokrat İzmir’in kapağında gazetenin hayatını artık Rapor olarak sürdüreceğini bildirdikten sonra o akşamüzeri Yeni Asır gazetesinden ayrıldım. Rapor gazetesinde bir tek Yusuf kaldı. Tabii ki kısa bir süre sonra Yeni Asır gazetesiyle bir kan bağı uyuşmazlığı çıktı ve o da ayrıldı. Dolayısıyla Demokrat İzmir gazetesi de böylece kapanıp gitmiş oldu.
AD: O arada Yeni Asır’da şef olarak Çetin Gürel gibi Demokrat İzmir’de yetişmiş isimler var? Onlara rağmen kan uyuşmazlığı mı oluyor?
İD: Çetin Gürel Demokrat İzmir gazetesi satılmadan önce Yeni Asır’a geçmişti, Akın Kıvanç Milliyet’e gitmişti, spordaki kimi arkadaşlarımız diğer gazetelere dağılmıştı, artık Demokrat İzmir’in hızla sonunun gelmesi süreci başlamıştı 1978’in sonlarına doğru. Çok az insan kalmıştı. Dolayısıyla o tarihte ben Yeni Asır’da Demokrat İzmir’i hazırlarken Çetin Gürel’in o sürece bir katkısı dahi olamadı. O sırada artık Ekspres gazetesi gitmiş, Demokrat İzmir’i alarak ortamdan çekmişler ve kendileri büyüme hırslarını ve planlarını inanılmaz bir yere taşımışlar, gece gündüz Yeni Asır gazetesiyle ilgileniyorlar. Çetin ağabeyin o gazetenin de Yeni Asır bünyesinde var olmasını taşıyabilecek bir ağırlığı olamadı, olmazdı da zaten.
AD: Elvan Hanım da henüz gazetenin adı devam ederken Yeni Asır’a geçenler arasında. “Biz orada Suriyeli mülteciler gibiydik” diyor.
İD: O da mı geçmiş? Dramatize etmek mümkün tabii... Zaten gazete kendini bitirmiş, kapanmış, o gazete Demokrat İzmirolarak devam etmeyecek bir gazeteydi, alınma şeklinden belliydi. Dinç Bilgin o gazeteyi Demokrat İzmir olarak devam ettirmek üzere almamıştı. Gazetenin isim hakkını alacak, Basın İlan hakkını alacak ve gazete bir ticari gazete olarak, ekonomi gazetesi olarak hayatına devam edecek ve ismi de değiştirilecekti. Dolayısıyla gazetenin o iki aylık süreci içinde Elvan öyle hissetmiş olabilir, haklı da olabilir.
AD: Peki sizce Demokrat İzmir’in Türk basınına mirası nedir?
İD: Çok önemlidir. Ne yazık ki yerel gazetelerin, yerel yayıncılıkların ortadan kalktığı bir dönemi yaşıyoruz. Oysa dünyada artık her şey yerinden yönetime doğru gidiyor. Demokrasilerde, ülkelerin yönetim anlayışlarında yerinden yönetim ağırlık kazanıyor. Belediyelerin yetkilerinin artırılması konuşuluyor, tüm kararların Ankara’da alınmaması konuşuluyor. O devirde İzmir basını, İstanbul basınıyla, Ankara basınıyla boy ölçüşebilecek zenginliği olan bir basındı. Yazarlarına baktığınızda, burada yetişen insanların kalitesine baktığınızda inanılmaz zenginlikte ve kıymette insanlar yetişiyor. Bunlar Türkiye’nin o dönemine damga vurmuştur. Mesela bir Yeni Asır gazetesi kendini İstanbul’a taşıdı ve basın tarihinde inanılmaz işlere imza attı. Bunu yaratan gazetecilerin neredeyse tümü İzmir’den giden gazetecilerdi. Hâlâ daha belirli yerlerde onların gazetecilik üsluplarını görebilirsiniz. Tabii ki şu son üç dört yıllık gazetecileri kastetmiyorum, gazetecilerin gazeteciler tarafından, gazeteci-patronlar tarafından yönetildiği zamanları anlatıyorum. Sermayenin bu kadar gazetenin içine girdiği şu günlerden bahsetmiyorum. Dolayısıyla Demokrat İzmir gazetesinin Ege’ye, hele Türkiye’ye kattığı değer çok önemlidir. Mesela Bülent Ecevit hareketinin yeniden doğuşunun en büyük temel faktörlerinden bir tanesi Demokrat İzmir gazetesidir. Bülent Ecevit genel sekreterlikten istifa ettiğinde eşiyle beraber gelip İzmir’de kaldı ve Demokrat İzmir gazetesi ona gazetecilik teklif etti. Bülent Ecevit hatıralarında onun sayesinde yeniden müthiş bir motivasyon kazandığını anlatır. Genel sekreterlikten ayrıldıktan sonra genel başkanlık için mücadele etmesinde arkasındaki en büyük desteklerden birinin bu olduğunu anlatır. Fiilen de odur, gazete kucak açmıştır. O kucak açma sonucu, Bülent Ecevit yalnız hissettiği bir dönemde kendini Demokrat İzmir’in zenginliği içinde bulmuş ve o zenginlikten aldığı güçle yeniden genel başkanlığa yürüme ve o konuda ısrarlı fikrine sahip çıkmış ve onu gerçekleştirmiştir.
AD: Sizin gazetede çalışmaya başladığınız dönem artık gazetenin ikinci dönemi, siz Adnan Düvenci dönemine yetişemediniz. Yine de Adnan Düvenci döneminden yetişmiş gazetecilerle birlikte çalıştınız, onlar o dönemi anlatırlar mıydı?
İD: Adnan Düvenci bilinçli olarak, muhalif olsun diye çıkarmadı gazeteyi. Demokrat İzmir başlangıçta Adnan Menderes’i destekleyecek bir gazete olarak çıktı. Sonra biliyorsunuz, değişti, farklı bir biçim aldı. O gazete sanki, hayatı boyunca, çok hayati yerlerde patron tarafında doğru kararları veremeyen bir yerde oldu. Birinci döneminde de öyleydi, tesadüfler sonucu, yakılıp yıkılmasından sonra bir noktaya geldi. İkinci dönemde de pasiflikten, yeterli atılım yapılamamasından, yeterli kaynağa ulaşılmamasından gazete kendi sonunu hazırlamış oldu.
AD: Peki çalışanlar olarak sizin aklınızda bir vizyon var mıydı?
İD: Hayır. Bizim o dönemde yapabildiğimiz sadece klasik gazete muhabirliğiydi. O nedir? Haberi en iyi biçimde yakalayabilmek ve en iyi biçimde anlatabilmek. Onun ötesinde gazeteye bir vizyon kazandırmak, gazeteyi daha farklı yerlere taşıyabilme konusunda bilgi birikimimiz yoktu. Ama bizden daha büyük olan insanların da o konularda deneyimleri yoktu, örnekleri yoktu, bilgileri yeterli değildi. Yani yatırımcılık ruhu yoktu. Olmadığı için de gazete patronun var olan bilgi birikimiyle o günlere kadar geldi. Kendi kendini taşıdı gazete. Hiçbir destek olmadı. Eskiden nasıl bir yere bir işletme açarsınız, o sokaktaki insanlar o işletmeyi bir süre ayakta tutarlar, ama yanına biri gelir, başka türlü bir işletmecilik anlayışı sergiler ve sizin yıllardır kendi kendine giden yeriniz bir anda elinizden çıkar, öteki işletme de alır başını gider.
AD: Gazeteyi bakkal dükkânına benzetmiş oldunuz.
İD: Hayır, işletme olarak. O zaman işletmecilik anlayışı açısından, çok fazla yaratıcı, çok fazla yatırımcı bir vizyonu yoktu Demokrat İzmir’in. Zaten Demokrat İzmir’in sonunun gelmesi de o vizyon eksikliğinden oldu. Yoksa o vizyonu yakalayabilseydi Demokrat İzmir gazetesi, bugün hâlâ daha İzmir basınında olan bir gazete olurdu. Çünkü sadece gazetecilikten para kazanan bir yayın organıydı. Gazeteniz belli bir sayıya ulaşmadıkça tiraj olarak, özel ilanla beslenmedikçe, o gazetenin hamle yapması ya da tiraj alması mümkün değil, elde edilen para belki günü kurtarır, ama yatırım yapmak için mutlaka bir kaynağa ihtiyacınız var, o da gazete satışından, ilan gelirinden elde edilen parayla yapılacak bir şey değil. Bugün de aynı şey söz konusu.
AD: Sizin Demokrat İzmir sonrası hayatınız nasıl devam etti?
İD: Demokrat İzmir’den ayrıldıktan sonra, öyle bir gazeteye ihtiyaç olduğunu bildiğimiz için, tamamen gazetecilerden oluşan bir grupla birlikte, yine Akın Simav, İlhan Esen, Orhan İlhan, Levent Bimen gibi arkadaşlarla, Yaşar da vardı işin içinde, hatta Mustafa Balbay ilk orada gazeteciliğe başlamıştı, Gazete İzmir diye bir serüvenimiz oldu. Bankadan bir kredi aldık, bir yer kiraladık. Ofset nispeten daha ucuz bir teknolojiydi. Gazeteyi orada oluşturup bazen Hürriyet gazetesinde, bazen Ticaret gazetesinde basıyorduk. O gazete de Demokrat İzmir’in boşluğunu yakalayabilen bir gazete oldu, çünkü öyle bir ihtiyaç vardı. Ne yazık ki talihsiz bir biçimde 12 Eylül dönemine rastladı. Tam gazeteyi çıkardık, 4-5 ay oldu, 12-13 bin tirajlara ulaştık, 12 Eylül darbesi sonrası Sıkıyönetim Komutanlığının müthiş bir baskısıyla karşı karşıya kaldık. O zaman sıkıyönetim komutanlıkları gazeteleri kontrol etmeden basılmasına izin vermiyordu. Biz gazeteyi 7.30-8 gibi hazırlıyoruz, telefon ediyoruz Ege Ordu Komutanlığına, gelip bakabilirsiniz diyoruz. Onlar geliş saatlerini 11.30-12’ye kadar uzatıyorlar. Çünkü 11.30’u geçirdiğiniz zaman baskıda taşraya gitme şansınız yoktu o zaman. O saatte geliyorlar, biz taşra baskısını basamaz hale geliyorduk ya da bastığımız gazeteyi taşraya gönderemez hale geliyorduk. Bazen gelmiyorlar, riske alıp gazeteyi basıyorduk, tam paketlemesi yapılıp dağıtım yerlerine gönderilirken geliyor, “Hayır bu gazeteyi dağıtamazsınız” diyorlar. Beş altı defa bunları yaşadık. Sonuç olarak o gazete de bu maddi imkânsızlıklara ancak 4-5 ay kadar dayanabildi ve kapandı.
AD: İlhan Esen siz Demokrat İzmir’e gelmeden önce oradaydı. O yılları anlatır mıydı?
İD: Hayır.
AD: Beraber çalıştığınız dönemde nasıl bir gazeteciydi? Nasıl tarif edersiniz gazeteciliğini?
İD: Gazete tekniğini, ofset teknolojisini çok iyi bilen bir gazeteciydi. Bir gazetenin nasıl tiraj alabileceği konusunda öngörü sahibiydi. Gazete hazırlamak ya da yazı yazmak konusunda iddiası yoktu. Ben hiçbir zaman onun yazısını görmedim, yazı da yazmadı, yazmışsa da ben hatırlamıyorum belki. Ama bir gazeteyi yönetme konusunda yetenekleri olan biriydi.
AD: Gazete İzmir’i çıkaran isimlere bakınca hepsi Demokrat İzmir’li. Gazeteyi çıkarırken şöyle düşünceleriniz var mıydı: Demokrat İzmir’de şunlar yanlış gidiyordu, bu şekilde yaparsak başarılı oluruz?
İD: Tabii ki vardı. Ama Gazete İzmir’in ömrü zaten kısa sürdü. Mesela ben Orhan İlhan’la beraber 14-15 günlük tanıtımlara çıkardım Ege bölgesinde. Gazetenin hem yazı işleri müdürüyüm, hem Orhan Abi’yle beraber Ege’deki tüm il ve ilçeleri dolaşıp, bu gazetenin Demokrat İzmir’in devamı olduğunu anlatıyoruz, o zamanın toplum önderleri veya Demokrat İzmir’le irtibatı olmuş insanlarla görüşüyoruz. 14-15 günlük turlardı bunlar, bir hafta Muğla yöresini gezerdik, bir hafta Uşak, bir hafta Denizli. Geri döndüğümüzde ancak gazeteyi tekrar yapabilme, buralardan aldığımız istihbaratları gazeteye aktarabilme şansımız olurdu. Gazete tekrar hazırlanır ve 13-14 binlik bir tiraja geldikten sonra “Tamam, bir ismimiz var, bölgede varız, artık bu gazeteyi daha kaliteli ve daha iyi, daha belirli ilkeler üzerine oturtabiliriz” deme şansını çok yakalayamadan gazeteyi sonlandırmak durumunda kalmıştık.
AD: Bölgedeki hazırlık çalışmalarınızla ilgili iki sorum olacak o halde. İlki, Demokrat İzmir Ege bölgesine bu kadar nüfuz etmiş bir gazete miydi? Ne sayede? İkincisi, burada bayiler çok önemli sanırım, sizin de toplum önderleri dışında irtibat kurduğunuz insanlar bunlar olmalı. Biraz da onlardan bahseder misiniz?
İD: Ben Bergamalıyım, Bergama’nın 120 tane köyü vardır. Özellikle Bülent Ecevit hareketinin başladığı dönemden 1977-78 yılına kadar 120 köyün 120’sine de Demokrat İzmir gazetesinin gittiğini bilirim. Bu sadece Bergama için böyle. Nazilli’den tutun, Tire’ye, Uşak’ın Banaz ilçesinden Muğla’nın Fethiye ilçesine kadar böyleydi. İnanılmaz geniş bir alana yayılırdı. Demokrat İzmir’in her bir nüshası bir köydü. Bir köye bir tane gider o gazete, ama o köyde herkes o gün ne olmuş diye o gazeteye bakardı. Böylesine örgütlenme gücü olan bir gazeteydi. Bu da gazete bayileri ve gazete ana dağıtıcısı Orhan Özşişmanlar üzerinden sağlanıyordu. Demokrat İzmir gazetesini dağıtan ana bayi oydu o zaman. Genel dağıtımın dışında bir dağıtım şirketiydi, birkaç gazete daha dağıtırdı. Sonra o dağıtım şirketi de kalktı, Yay-Sat’lar falan ortaya çıktı. Gazete bölgede çok etkiliydi. Fiilen CHP’de yer alan insanlar arasında, milletvekilliği seçimlerinde, belediye başkanlığı seçimlerinde, il genel meclisi seçimlerinde, belediye meclisi seçimlerinde Demokrat İzmir gazetesinin etkisinin çok olduğunu bilirim. Güçlü bir gazeteydi. Mesela Kaya ağabey iki defa meclis üyesi seçildi, Akın ağabey milletvekili oldu, daha sonra birçok kişi buralardan geçerek siyasette yükseldi. Yüksel Çakmur Buca belediye başkanlığına geldi, oradan büyükşehir belediye başkanlığına taşınan oldu, Demokrat İzmir’de onlarla beraber, orada geçirilen zamanın çok önemli olduğunu biliyorum. Elimizde böyle bir bağ var. Bu bilgi değişti, bende var, İlhan ağabey benden önce ayrılmıştı ve Demokrat İzmir’in bu bağını bilmiyor; Orhan ağabey benden önce ayrılmıştı, bilmiyor; Levent keza öyle. Ve tabii bir de Akın Simav milletvekili olmasına rağmen bize o desteği inanılmaz ölçüde gösterdi. Biz Orhan’la beraber bir araba kiralayarak gazete çıkmadan önce ve gazete çıktıktan sonraki bir aylık süreçte neredeyse hiç gazeteye ve İzmir’e uğramadan bu gazeteyi anlattık. Ve gazete ilk çıktığında Demokrat İzmir’in en üst zamanlarda ulaştığı tiraja ulaştı. Demokrat İzmir hiçbir zaman 15.000’in üzerinde satan bir gazete olmadı. Satış rakamları hep 12, 13, 14 bin civarındaydı. Oysa Gazete İzmir ilk basıldığında 12 bin tirajına ulaşmıştı. Ve bu 15 bine kadar kararlı bir şekilde gidiyordu. Ama 12 Eylül’den sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından bilerek ve isteyerek bu tür şeyler yapıldı. Gazete kapandı, sonra yazı işleri müdürü olarak benim adıma açılmış birçok dava oldu. Ben yıllarca o davalarla uğraştım, kimisinden ceza aldım, kimisi para cezasına çevrildi ve ben o mahkemelerin sonunda gazetecilik hayatımı noktalamak zorunda kaldım. Artık gazetecilik yapmadım.
AD: 1950 doğumlusunuz. Kaç yılına kadar Bergama’da kalıyorsunuz?
İD: 1968 yılında liseyi bitirdim. O seneye kadar Bergama’daydım.
AD: Sizin çocukluğunuzda peki evinizde hangi gazete okunurdu?
İD: Demokrat İzmir gazetesi okunurdu. Babam memurdu. Dolayısıyla o zaman Akşam gazetesi önemliydi, Akşamgazetesi ve Demokrat İzmir okunurdu. Bizim 1967-1968 yılında, Türkiye’de öğrenci hareketlerinin başladığı yıllarda biz lise 2, lise 3’lerdeydik. Gelen yeni öğretmenlerimiz vardı. Benim orta okuldan mezun olduğum yıl Bergama’da lise açıldı. Lise 1’inci sınıftaki öğretmenlerimiz orta okuldaki öğretmenlerdi, ama lise 2’nci sınıftan itibaren artık bize dışarıdan, eğitim enstitülerinden veya edebiyat fakültelerinden, fen fakültelerinden öğretmenler de gelmeye başladı. Bunlar genellikle İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan gelen, yeni mezun olmuş, genç öğretmenlerdi. Ve bunlar öğrenci hareketlerinin içinde olan öğretmenlerdi. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu o sırada sol görüşlü olduğu için, bizim sınıflarımızda Demokrat İzmir, Akşam, Cumhuriyet gazetelerinde çıkan yazılar, özellikle edebiyat derslerinde, hatta hiç ilgisi yokken fizik derslerinde okunur, üzerine konuşulurdu. Benim bu gazetelere ilgim orta okul yıllarından başlar. Birçok eşraf, memur bu gazeteleri alırdı. Tabii gazeteler geç gelirdi, öğleye doğru, bazen öğleden sonra gelirdi. Suat Gobi diye bir gazete dağıtıcısı vardı. Herkesin ne gazete aldığını bildiği için o gün gelmese bile, ertesi gün o gazeteyi saklar, iade etmez, biz de ertesi gün gider o gazeteyi alırdık.
AD: Bergama o yıllardan bugüne çok değişmedi herhalde. Suat Gobi’nin yeri neredeydi?
İD: Meydana yakın bir yerde Yeni Camii vardır. Yeni Camii’yi 20 metre kadar geçince Karadut Dibi diye bir yer vardır, onun köşesindeki binanın altında gazete bayii vardı. Daha sonra Suat Abi’nin oğlu devam etti, ama sonra yerlerini değiştirdiler ve hâlâ gazete dağıtıyorlar mı, bilmiyorum.
AD: Peki çocukluğunuzda mahallede, köy kahvesinde, gazete okuyan insanlar hatırlıyor musunuz? Zihninize nakşolmuş bir resim var mı? Demokrat İzmir mi daha çok okunurdu, yoksa başka gazeteler mi?
İD: Benim büyük babam da, babam da memurdu. Onların gazete alıp, özellikle Demokrat Parti döneminde ya da Adalet Partisi’nin ilk yıllarında bayiden gazete almak gibi bir şansları yoktu, çünkü kamplaşmıştı o yıllarda Türkiye. Ne yazık ki bu hastalığımız halen devam ediyor. Onlar gazete almazdı, ben babamın ve büyük babamın yerine gazeteleri alırdım. Benim gibi birçok arkadaşım da öyleydi. Tabii kahve ortamını bilmezdik, ama o yaştaki çocuklar olarak babalarımız, büyük babalarımız ya da amcalarımız adına gazeteleri gidip bayiden alırdık. O yıllarda okulda bir öğle arası vardı; öğlen eve gider, öğleden sonra tekrar okula gidersiniz. Öğle arasında eve gelirken gazeteyi alır, eve bırakır, sonra tekrar okula giderdik.
AD: Bunu biraz şundan soruyorum. Demokrat İzmir gazetesi DP’nin yayın organıyken zaman içinde bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşüm okurlarıyla beraber geçirdiği bir dönüşüm mü, yoksa gazeteyi okuyanlar değişiyor mu?
İD: Onu çok iyi bilmiyorum.
AD: Kendi gözlemlerinizle...
İD: Kendi gözlemlerim şöyleydi. Büyük babam bir Cumhuriyet âşığıydı. Adnan Menderes’in ilk çıkışı sırasında hiç itibar etmemişti. Hep İnönü’yle beraberdi ve hep İnönü’nün Ulus gazetesi haftada bir gelse de onu takip ederdi. O hep olduğu çizgide kaldı. Babam daha gençti, Adnan Menderes’in daha ilerici bir oluşumu temsil ettiğini düşünüp ilk üç, dört yıl kadar öyle bir düşünceyi paylaşmıştı. Fakat sonra onun öyle olmadığını görünce, tekrar CHP çizgisinde olan bir arayış içine girmişti. Gazete bu insanları ne kadar değiştirdi, bilemiyorum. O insanlar o gazeteyi ne kadar takip ettiler, babamdan değil, ama dedemden biliyorum. Ömrünün sonuna kadar bağlı kaldığı düşünceyi bulduğu gazeteleri takip etti. Hiç yönünü değiştirmedi. Babam da Adnan Menderes’in ikinci seçim zaferinden sonra yönünü değiştirip ömrünün sonuna kadar hep aynı yerde kaldı. Bunlar tabii ki birbirini etkilemiştir, biri diğerinden farklı düşünülemez. Gazete okuyucusunu, okuyucu gazetesini etkilemiştir. Ama yerel gazetelerin şöyle bir avantajı vardı, okuyucularla gazete arasında doğrudan bir bağ vardı. Bu bağı şöyle anlatayım. Demokrat İzmir gazetesinde, özellikle ben 1976’dan sonra sayfa sekreterliğine doğru kayınca, gazetede oturduğum süre artmaya başladı. Muhabir arkadaşlar sabahleyin görevlerini alıp sokağa çıkıp haber peşinde koşarken, ben gazetede kalıp önce iç sayfaları sonra toplanan diğer haberlerle birinci sayfayı yapma telaşı içine girerken gazeteye gelen insanları görme şansına sahip oldum. Mesela ilçelerden veya diğer illerden gelen insanlar mutlaka İzmir’e geldiğinde fuarı gezmek gibi, kordonda çay içmek gibi, bir yerde yemek yemek gibi bir ritüeli tamamlarken ait oldukları düşüncenin Demokrat İzmir olduğunu bilen insanlar Demokrat İzmir’e gelirler, Demokrat İzmir’i görürler, tanışırlar ve o dostluklar devam ederdi. Hâlâ daha Demokrat İzmir dostlukları diye bir liste oluştursam, inanılmaz derecede zengindir. Hepimizin öyledir. Bütün gazetecilerin öyledir. Bizim bütün okurlarımız gazeteye gelirler, biz bölgeye çıktığımızda bizi İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den gelmiş bir yakınları, çocukları gibi bizi kendi evlerinde ağırlarlar. Ben taşraya gittiğimde hiçbir zaman bir otelde kaldığımı hatırlamam, mutlaka bir CHP’li ilçe başkanı, belediye başkanlığı yapmış, meclis üyesi olmuş ya da Demokrat İzmir’de daha önce tanıştığımız insanlar bizleri evlerinde ağırlarlardı. Böyle bir yakınlığımız vardı. Bu tabii bölge gazetesi olmanın bir avantajı, bunu Türkiye gazetesi olarak ne kadar yapabilirsiniz bilmiyorum. Ama bölge gazetesi olarak ve Demokrat İzmir olarak bizim böyle bir sıcaklığımız vardı.
AD: İlginç bir şekilde bir ara gazetenin istihbarat şefi Akın Kıvanç, MHP tandanslı…
İD: Kendi aramızda müthiş çekişmeler olurdu ama bir istihbarat şefi olarak da iyi bir gazeteciydi. Gazetenin hazırlanmasında, gazetenin oluşumunda katiyen kendi fikirlerini ortaya koyan ve o fikirler etrafında gazeteyi oluşturmaya çalışan ya da bizi değiştirmeye çalışan bir yaklaşımı olmadı. Ben hiç öyle bir şeye rastlamadım. Ama kendi aramızda kavgaya varıncaya kadar çekişirdik. Sonuç olarak günün sonunda hepimiz hayatımızı oradan kazandığımızı biliyoruz, yaptığımız işin ne kadar değerli, bizim için ne kadar anlamlı olduğunu biliyoruz. Hiçbirimiz yaptığımız işi kaybetmeyi düşünmüyoruz. Fikirlerimiz, inançlarımız doğrultusunda olmazsa bu işten vazgeçeriz gibi, çok katı ve esnemeyen dönem içinde değildik. Hâlâ geleneklerden gelen, ailelerden gelen, yaşadığımız yerden gelen, okullardan gelen bizim üzerimizde hâkim olan yaşam tarzımızı taşıyorduk. Sonunda katılaştık. Dolayısıyla hepimizin birbirimize karşı, anlaşamasak da, aynı fikirleri paylaşmasak da birbirimize daha insanca bakabildiğimiz günler de olmuştur. Şimdi artık siyah-beyaz üzerine konuşuyoruz. O zamanlar öyle konularda bir arada olabiliyorduk ki o konular bizim zenginliğimizdi. Şimdi onlar kaybolmaya başladı. Şimdi ya siyahsın, ya beyazsın. Spor sayfalarında da aynı şeyler vardı. Ciddi ve iyi bir spor servisi vardı Demokrat İzmir’in. Onlar da çok yetenekliydi. Dolayısıyla Demokrat İzmir kendi içinde çeşitli insanları barındırmasına rağmen, temel çizgisini hep muhafaza etmiş ve insanlar da farklı fikirlerde olsalar da o çizgiye saygı göstermişlerdir. Şimdi çok seslilik veya çok renklilik adına gazete sayfalarında birçok şeyi görebiliyorsunuz. Ama 1980 öncesi ve 1980’li yıllarda bunu bu kadar görmek mümkün değildi. Başka düşüncede olup da aynı gazetede farklı fikirleri savunan insanlar şimdi var. O devirde herkes mümkün olduğunca kendi fikrine uygun mecralarda yazardı. Ama farklı fikirde olanlar da bugünkü gibi birbirlerine gemi azıya almış biçimde saldırmazdı.
AD: Onu başlatan Hürriyet oldu sanırım. Peki bu kadarı da fazla değil mi? Birbirini tamamen reddeden köşeler birbirinden habersiz yazıyor.
İD: O tabii Ertuğrul Özkök’ün medyayı zenginleştirmek, medyayı 360 dereceye yaymak konusunda getirdiği bir yenilik. Ticari olarak bir başarı ama düşünce olarak başarı mı, o tartışılır. Gazetelere bugün ne olarak bakılıyor? Gazeteler toplumu şekillendiren, topluma dünyayı açan, dünyayı farklı yönleriyle anlatan bir organ mı, yoksa dünyayı her şeyiyle ayaklarının önüne seren yayın organları mı? Onu tartışmak lazım belki. Şimdi tabii sosyal medya var, insanlar her türlü bilgiye her an her yerde ulaşabiliyorlar, o da başka türlü bir şey. Galiba bizim hâlâ daha çok ciddi anlamda eğitim eksiğimizi giderebilecek, doğru düzgün eğitim alabilecek olan ve doğru düzgün eğitim almış insanların yarattıkları bir Türkiye’ye ihtiyacımız var. Yarım yamalak hayatlarla, yarım yamalak eğitimlerle ne gazetelerimiz gazete oluyor, ne işletmelerimiz işletme oluyor, ne siyasi partilerimiz siyasi parti oluyor. Özü, temeli kaçırıyoruz. Temelde bilime sırtını çevirmiş, aydınlığa sırtını çevirmiş insanlar olarak kendimize Orta Doğu coğrafyasında bir yer edinmeye çalışıyoruz. Onu bile başardığımız tartışılır.