Semih S. Tezcan: Sessizce Robert Kolej gitmiş, gıcır gıcır üniversite kurulmuştu
Nâşir: Gazeteduvar, 2 Mart 2021
Prof. Dr. Semih S. Tezcan, 1954 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun olmuş, 1960’ta İTÜ’de doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra 1961’de Vancouver, Kanada’da bulunan British Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. 1966 yılında Robert Kolej Yüksek Okulu kadrosuna katılan Prof. Tezcan, 1979’da Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne seçilmiş, YÖK’ün kurulduğu ve üniversite rektörlerinin cumhurbaşkanı tarafından atandığı 1982 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür. Deprem Mühendisliği Araştırma Enstitüsü ve Türkiye Deprem Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Prof. Tezcan, University of California, Berkeley ve University of New York, Bufallo’da misafir profesör olarak ders vermiştir.
Semih Bey, siz altı yıl öğretim görevlisi olarak bulunduğunuz British Columbia Üniversitesi’nden 1966 yılında Türkiye’ye döndünüz ve Robert Kolej’de ders vermeye başladınız. Birkaç yıl sonra da Robert Kolej Yüksekokulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmesi sürecini yaşadınız.
1971’e kadar Robert Kolej şapkası altında hizmet verdim. Ama 1970’e gelindiğinde Amerikalılar, Robert Kolej Vakfı’nın parasıyla artık Kolej'in ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuşlardı. Yılda 2,5 milyon dolar para sarf ediyorlardı. Hangi vakıf bunu sürekli, her sene verebilir? Onun da kaynakları sınırlı. Robert Kolej’i ne satabilirler, ne de başkasına devredebilirlerdi. Lozan’a göre ancak Türk hükümetine, Milli Eğitim Bakanlığı’na devretmek zorunda idiler.
Üniversite kurulmasını Amerikalılar mı istediler?
Esasen, Robert Kolej’in Boğaziçi Üniversitesi olması fikrinin mimarı dönemin Milli Eğitim bakanı Şinasi Orel’di. Şinasi Orel olmasaydı biz ya TÜBİTAK’ın Marmara’daki araştırma birimine bağlanacak ve bir araştırma kurumu olacaktık ya da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne bağlanacaktık. ODTÜ bir Amerikan üniversitesi tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla, “Robert Kolej’in en tabii geleceği ODTÜ’nün İstanbul’da bir kampüsü olarak devam etmesidir” deniliyordu. Robert Kolej bir kampüs olarak tümü ile Orta Doğu’ya devredilecekti. Kötünün en iyisi diye herkes bu fikri benimsedi. Daha sonra Teknik Üniversite’ye bağlanması için çok çaba sarf edildi. Bütün bu mücadeleler yaklaşık altı ay kadar sürdü. Robert Kolej’in devredilmesine karar verildiği günden, Boğaziçi Üniversitesi’nin kurulduğu 1971 Temmuz ayına kadar bütün akademik bir yıl boyunca bu tartışmalar sürdü gitti. Hiç kimse ne olacağını bilemiyordu.
Milli Eğitim bakanı Şinasi Orel’in bu dönüşümde rolü nedir?
Sonunda konu Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne taşındığında Şinasi Orel dört satırlık bir yasa teklifi verdi. Bu teklif Meclis'ten alkışlarla geçti. Aslında Meclis'te karşı teklifler de yok değildi. İsmi konusunda epey tereddüt oldu. “Hisar Üniversitesi ismini verelim” diyenler oldu. “Fatih Üniversitesi” denmesini isteyenlerde oldu. Ama genel konumu nedeniyle ve Şinasi Orel’in ısrarıyla Boğaziçi ismi galip geldi. Böylece, bir buçuk sayfalık bir kuruluş yasası kabul edildi. Geçiş dönemini tarif eden, İngilizce eğitime devam edilmesini doğal gören bir yasa idi. Eğitimin İngilizce devam etmesi büyük bir şans oldu bizim için. Çünkü eğitim sistemini aksatmadan, Amerikalı hocaları göndermeden (onlar Türkçe ders veremezlerdi) Robert Kolej aynen devam eder oldu. Bunu da kuruluş yasasına ve Şinasi Orel’e borçluyuz.
Yani okulun sadece ismi mi değişti? Burası bir Amerikan üniversitesi mi oldu?
İlgisi yok! Amerikalılar bir hafta içinde taşındılar. Ve giderken de sökebildikleri kadar eşyayı, lavaboyu, masayı, çitleri söküp götürdüler. Kurucu rektörümüz, rahmetli Aptullah Kuran’ın müsamahasıyla, yüksek alicenaplığı ile, belki biraz da Milli Eğitim bakanımız Şinasi Orel’in hoşgörüsüyle Amerikalıların sabit veya hareketli eşya taşımasına hiçbir şekilde mani olunmadı. Ben bir yerden sonra dayanamadım ve gittim dedim ki, “Sayın Rektör! Bunlar sınır tanımıyorlar. Parmaklıkları söküp götürdüler. Parmaklık sökülür mü? Tel örgüleri, çitleri, muslukları ve lavaboları söküp götürdüler!” Bana ne dedi biliyor musun? “Semih Hocam hiç üzülme, biz bunların hepsini yeniden yaparız.” Amerikalılar, götürdükleri ne varsa onları götürmekle kaldılar. Boğaziçi Üniversitesi’nde ise binalarımız yenilendi ve içleri dekore edildi. Mühendislik binasında olduğu gibi bazı binalara kat eklendi, konferans salonları yapıldı. Temel Bilimler binasında en üst katlara çatı arasına yeni yeni çalışma odaları açıldı hocalar için. Yatakhaneler, yemekhaneler geliştirildi. Tarihi binaların içleri restore ve renove edildi. Lojmanlar boyandı, tamir edildi. Kampüs birden yenilendi. Rahmetli Aptullah Kuran söylediğini yaptı. “Bırak götürsünler. Biz daha iyisini yaparız!” demişti.
Aptullah Kuran’ın rektörlüğe atanması nasıl oldu?
Milli Eğitim bakanı Şinasi Orel, 1971 Temmuz'unda Boğaziçi Üniversitesi’ne ilk rektör olarak Kolej’in Türk müdür yardımcısı Aptullah Kuran’ı atadı. Çünkü Aptullah Kuran eski bir Kolejli idi. Robert Kolej'i iyi tanıyordu. Çok yumuşak tabiatlı, bir Amerikan üniversitesinin karakterini çok iyi bilen, aynı zamanda bir Türk üniversitesine dönüşmemiz gerektiğinin bilincinde, yapıcı ve demokrat ruhlu, dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’ni çok seven, Üniversite'nin Robert Kolej’den miras alınan özelliklerini korumakta kararlı, sevecen ve saygın bir rektördü. Kendisi de kıymetli bir mimar olduğu için, Robert Kolej'i modern bir üniversite hâline getirecek yepyeni binaların planlarını hazırlattı. İnşaatlarına başlattı ve onları çoğunlukla bitirip görevden öyle ayrıldı. Kurucu Rektör olarak, Aptullah Kuran, Robert Kolej’den devralınan eğitim felsefesini aynen devam ettirmekte çok kararlı idi. Bunda isabetli ve başarılı oldu. Robert Kolej’in fiziki olanaklarını, devlet bütçesinden aldığı kısıtlı imkânlarla, ama büyük çabalar sarf ederek, çok önemli bir şekilde geliştirdi.
Aptullah Bey bütün üniversiteyi tek başına mı yönetiyordu?
Tek başına değil tabii. Hep Üniversite Yönetim Kurulu’ndan geçirerek, orada tartışarak ve kurulun görüşlerini alarak, ortak görüşle yönetmelikler oluşturuldu. O tarihte üniversitemizin bir senatosu yoktu. Üç fakültenin dekanları ve birer de fakülte temsilcisi olmak üzere, rektör ile birlikte yedi kişilik bir Yönetim Kurulu senato gibi çalışıyordu. Bu da Kurucu Rektör Kuran’ın zikredilmesi gereken başka bir yönüdür. Bunlar fiziki olarak görünmez, kâğıt üzerinde şeylerdir, ama sistemin çalışmasını çabuklaştıran, idare eden, düzenleyen ve mükemmelleştiren unsurlardır. Rektörlerin, dekanların ve bölüm başkanlarının seçimle başa gelmesini sağlayan da kurucu rektörümüz Aptullah Kuran’dır. Kendisi atama ile göreve geldi, ama fakülte dekanları, bölüm başkanları hep seçimle geldi. Dolayısıyla üniversitemiz demokratik bir havaya onun sayesinde kavuştu. Bir kolej yapılaşmasından modern bir üniversiteye onunla dönüştük. Bunda çok başarılı oldu. Kuran’ı bu engin, yoğun ve isabetli çalışmalarından dolayı ne kadar hürmetle yad etsek hakkını ödeyemeyiz.
Bu her bakımdan başarılı bir dönüşüm gibi görünüyor. Var olan bir şey yıkılıp tarumar edilmiyor da, var olanın iyi özellikleri alınıp onun üzerine yeni bir kimlik inşa ediliyor...
Geleneksel olarak eski ve köklü Türk üniversitelerinde ve hatta bu üniversitelerin etkisi altında kurulmuş birçok yeni üniversitemizde takip edilen eğitim felsefesi, genellikle Orta Avrupa ülkeleri ile aynıdır. Bu klasik ve skolastik eğitim sisteminde, hiyerarşik bir çalışma düzeni, öğrenci ve hocaların birbirlerinden bir hayli kopuk olduğu, nispeten katı kalıplara oturan bir uygulama hâkimdir. Halbuki Boğaziçi Üniversitesi’ne miras kalan çağdaş Amerikan eğitim felsefesi çok esnek, çok katılımcı, bireysel gelişmeye ve kişisel tercihlere çok önem veren, bir hayli demokrat ve sınıf farkları bulunmayan bir yapıya sahiptir. Amerikan eğitim felsefesi deyince bunda bir Amerikancılık sezilmesin. Farklı bir düşünce yapısından bahsetmek için Amerikan ismini getiriyoruz, yoksa Amerikan hayranlığından değil! Diğerlerine “skolastik eğitim felsefesi” dememizin nedeni de Türkiye’deki herhangi bir eğitim kurumunu tenkit etmek için değil, kullandıkları sistemlerin farklılığını ortaya koymak içindir. Sanatımız, kılık kıyafetimiz, kültürümüz ve eğitim sistemimiz çok uzun yıllar Fransız ve Alman etkisi altında kalmıştır. Boğaziçi Üniversitesi, klasik Türk üniversitesi zihniyetinden tamamen farklı, çağdaş bir eğitim felsefesini ve yepyeni bir zihniyeti miras edinmiştir. Başarısının temelinde de bu çağdaş eğitim felsefesi vardır.
1976’da ilk kez rektörlük seçimleri yapıldığında Aptullah Bey yeniden rektörlük görevine, bu kez seçilerek geldi. Ve 1979’da gerçekleştirilen ikinci seçimde siz seçildiniz.
Ben Rektör olmak istediğim zaman, doğal olarak bir seçim kampanyasının içinde buldum kendimi. Seçime katılacak, benden başka dört aday daha var. Bunlar kıran kırana yarış ediyorlar birbirleriyle. Erdal İnönü, Vedat Yerlici, Baran Tuncer ve Turhan Esener. Hepsi başlı başına birer büyük isim. Erdal İnönü, Temel Bilimler Fakültesi dekanı, fizik profesörü, Orta Doğu’da rektör vekilliği yapmış, çok sevilen dev bir isim. Tarihi bir kişiliği var. Vedat Yerlici, Mühendislik Fakültesi dekanı, Kolej'in eski ağabeyi, herkesin eski bir hocası. Kolej kökenli ve okulun en eski, en sevilen ve en popüler hocası olduğu için rektörlüğe en doğal büyük bir namzet. Baran Tuncer Gümrük ve Tekel bakanlığı yapmış güçlü bir kişi. Turhan Esener, ILO Uluslararası İşçi Sendikası’nın Türkiye temsilcisi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı yapmış, aynı zamanda dört dilde ders verebilen, eşi bulunmayan muhteşem bir hoca; İngilizce deyin İngilizce ders versin, Fransızca deyin Fransızca ders versin, Almanca deyin Almanca ders versin... Bir de Semih Tezcan; hiç tanınmayan, gariban bir İnşaat Mühendisliği hocası. İnşaat Mühendisliği’nde, hem de bodrum katta bir ofisim var. Yağmur yağınca kitaplar ıslanır falan. Küçük sıkışık bir ofisteyim. Eski Robert Kolejli değil, İTÜ kökenliyim.
Peki seçilmeyi nasıl başardınız?
Seçmene giderek! Üniversitedeki herkesten randevu aldım, herkesle tek tek görüştüm. “Eğer müsaade ederseniz, Üniversite’nin sorunları konusunda sizdeki birikimi öğrenmek, anlamak, bunlardan yararlanmak istiyorum.” O kadar. Kesinlikle kendimi de tanıtmıyorum. Sadece oturup not alıyorum. Böylece Üniversite’nin bütün sorunları ortaya çıkıyordu. Önceden randevuyu alıp, beş dakikalık da buffer zone’lar koyuyordum görüşmeler arasına, uzarsa ötekine ayıp olmasın diye. Günde en az sekiz, dokuz kişiyle görüşüyordum. Bir hafta, on gün kampanya yaptım; doksan kişi ediyor. Bütün seçmen kitlesiyle birebir konuştum. Seçime zaten seksen beş kişi katıldı, çoğu tatile gitmiş. Rey vermeye hakkı olan seçmen sayısı 125’ti. Onun 85’i seçime katıldı. Seçim turlu sistem esasına göreydi. Seçilmek için gerekli oy oranını yüksek tutmuşlardı ki seçilen aday büyük bir destekle gelmiş olsun.
Boğaziçi Üniversitesi kısa tarihi 1
1863 yılında Bebek’te üç katlı bir konakta eğitime başlayan Robert Kolej, ileride Boğaziçi Üniversitesi’ne devredilecek olan Rumeli Hisarı’ndaki araziye 1871 yılında taşınmıştı.[1] Hisar surlarına yaslanarak gündoğusu istikametinde Boğaz’a uzanan bu arazi 1862 yılında, Reşat Ekrem Koçu’nun tarifiyle “dil bilgini ve edip, san’at hâmisi, Türk tiyatrosunun kurucularından ve Türk tiyatrosu tarihinin orijinal hüner sahibi Molière mütercimi”[2] Osmanlı devlet adamı ve ilk Meclis-i Mebusan’ın reisi Ahmet Vefik Paşa’dan satın alınmıştı. Bir asra yakın ortaokul ve lise seviyesinde eğitim veren Robert Kolej’in yöneticileri, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Türkiye’nin Batı bloğu içinde yer almak yönündeki iradesinin ve 1950 sonrası girdiği hızlı kalkınma sürecinin etkisiyle, ve Demokrat Parti hükümetinin teşvikiyle, lisans ve lisansüstü eğitime yönelik yatırım yapmaya başlamış ve nihayet 1959 yılında ilk öğrencilerin kaydolmasıyla Robert Kolej Yüksek Okulu faaliyete geçmişti.[3] Ancak kısa sürede Yüksek Okul’u sürdürmenin maliyeti Kolej Vakfı’nın karşılayamayacağı boyutlara ulaşmış, Kolej yönetimi 1968 yılından itibaren bazı okulları kapatarak içinde bulundukları ekonomik darboğazdan çıkmanın yollarını aramaya başlamıştı.[4] 12 Ocak 1971’de Anayasa Mahkemesi’nin özel yüksekokulları Anayasa’ya aykırı bulan kararıyla Robert Kolej Yüksek Okulu hukuki zeminini kaybetmişti.[5] Aynı yıl, Hisar kampüsünde yapılan ilk dersten yüz yıl sonra, Kolej’in lise kısmı Arnavutköy’e taşınacak ve Yüksek Okul Türkiye Cumhuriyeti devletine devredilerek Boğaziçi Üniversitesi kurulacaktı. Devir teslim töreninde Robert Kolej Mütevelli Heyeti başkanı James F. Lawrence’ın Milli Eğitim bakanı Şinasi Orel’e hediye ettiği gümüş çerçeve içindeki kampüs fotoğrafının altında “Amerikan halkının Türk milletine bir armağanı” yazıyordu.[6]
————
[1] John Freely, A Bridge of Culture: How An American College in Istanbul Became A Turkish University (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009), 80-81.
[2] Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi (İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kolektifi, 1958), 477.
[3] John Freely, A Bridge of Culture, 317-324.
[4] John Freely, A Bridge of Culture, 354-355.
[5] Mehmet Altun, Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2013), 49, 80-83.
[6] Aptullah Kuran, Bir Kurucu Rektörün Anıları (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2002), 43.
Ergün Toğrol: Hükümetlerin olgunluk göstermeleri lazım
Nâşir: Gazeteduvar, 5 Mart 2021
Prof. Dr. Ergün Toğrol, 1950-1957 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İnşaat Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra Cambridge Üniversitesi’nde yükseköğrenimine devam etmiş, 1963 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’nden doktora derecesini almıştır. 1982 yılında YÖK tarafından Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Toğrol, 1992’ye kadar sürdürdüğü bu görevi boyunca Avrupa Rektörler Birliği Yönetim Kurulu üyeliği yapmış (1984-1994) ve Balkan Rektörler Birliği başkanlığında bulunmuştur (1989-1992).
“Robert Kolej misyoner okuluydu, Boğaziçi Üniversitesi de bu misyonerlerin devamıdır” deniyor. Robert Kolej bir misyoner okulu muydu?
Türkiye’de yabancıların kurduğu başka okullar da var. Robert Kolej’i kuranlar Fransız Calvinistlerin İngiltere’ye geçmiş olanları. “Huguenot” diyorlar onlara. Bunlar Robert Kolej’i kurdukları zaman demişler ki “Biz insan yetiştireceğiz. Dinlerini değiştirmeyi hedeflemiyoruz.” İyi insan yetiştirme felsefesi, topluma yararlı insan yetiştirme, çatışmaya girmeyen, insanları seven, tolerans gösteren insan yetiştirme felsefesi kuruculardan geliyor. Adamlar tek bir şart koymuşlar; öğretim dili İngilizce olacak. Robert Kolej’in kurucuları bir yandan okulun fiziki imkânlarını geliştirmişler bir yandan da eğitim-öğretimin kalitesi üzerinde durmuşlar. Öğrencilerin fiziki, entelektüel, ahlaki yeteneklerini geliştirmenin ve değerliyi değersizden ayırmayı öğretmenin önemi üzerinde durmuşlar. Mesela okula ismini veren Christopher Robert’ın doğum günü olan 23 Mart’ta, Kurucular Günü’nde, 1909’da yapılan bir törende o zamanki president, Profesör Alexander van Millingen yaptığı konuşmada, “Eğitim öğretimin temel ilkeleri; İngilizce dilinde eğitim yapmak, öğrenciye özgürlüğünü doğru kullanmasını öğretmek, öğrencinin ahlaki bakımdan gelişmesini sağlamaktır,” diyor.
Boğaziçi Üniversitesi nasıl kuruldu?
Boğaziçi Üniversitesi Robert Kolej Yüksekokulu’nun Türkiye Cumhuriyeti hükümetine devredilmesiyle kuruldu. 1965 yılında, o zaman Kahire Amerikan Üniversitesi rektörü olan zat İstanbul’a çağrılıyor ve Kolej’in mali durumunun incelenmesi kendisinden isteniyor. Destekleyen bir vakıf var, bu vakfın bir anaparası var ve Robert Kolej bu anaparanın nemasıyla destekleniyor. Görülüyor ki artık “nema” yeterli olmuyor, anaparadan harcanmaya başlanmış. Bu durumun Robert Kolej’in geleceğini tehlikeye düşüreceği anlaşılıyor. Bir değişiklik yapılmasının gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Değişiklik de şu, Yüksek kısmın devlete devredilmesi. 1971’de Robert Kolej, Arnavutköy Kız Kolej’ine taşınıyor. Bebek kampüsü doğrudan doğruya devlete devrediliyor.
Amerikalıların bu devir için bir şartı var mıydı?
Devir sırasında bir tek şart var: öğretim dilinin İngilizce olarak kalması. 1982’de rektör olduğum zaman, birinci sınıfta hazırlık sınavı yapılıyor ve hazırlık sınavında başarısız olan öğrenciler o zaman Türkçe öğretim yapan meslek yüksekokuluna gönderiliyordu, yani iki yıllık ön lisans öğretimine. İngilizcesi yeterli olan öğrenciler de lisans öğretimine yönlendiriliyordu. 1982’den sonra Üniversite’nin bütününde öğretim dili İngilizce oldu.
Yabancı dile, bilhassa İngilizceye hâkimiyetin bu kadar önemli olduğu bir çağda Boğaziçi Üniversitesi’nin sunduğu bu imkân çok önemli. Ve bugüne kadar Üniversite’nin bu konuya önem verdiği anlaşılıyor.
Üniversite eğitim-öğretiminde önemli olan, üzerinde en çok durulması gereken konulardan bir tanesi yabancı dilde eğitim. Yabancı dilde eğitim yapılması kolay değil. Ben bir süre Cambridge Üniversitesi’nde öğrenim gördüm ve 60'lı, 70'li yıllarda İstanbul Türk-İngiliz Kültür Derneği’nde İngilizce ders verilmesi konusuyla ilgilendim. Benim gördüğüm kadarıyla, 17-18 yaşındaki bir çocuğa, eğer kendisi hevesli değilse, yabancı bir dili öğretmek çok zor. Birçok üniversitede “Biz İngilizce eğitim yapıyoruz” deniliyor, ama yabancı dilde öğretim yapmanın amacı artıyı, eksiyi İngilizce söylemek olmamalı. Esas olan, yabancı dili felsefesiyle, edebiyatıyla anlayabilmek ve onu kullanabilmek. Bu nedenle Boğaziçi Üniversitesi’nde yabancı dil öğretilmesi için gösterilen çabanın devamlı olması zorunlu. Yeni kuşaklar geliyor. Yeni kuşakların kendi problemleri var. Son yıllarda ortaöğretimdeki yabancı dil öğretimi aksadı. Eskiden belli bir seviyede İngilizce öğretimi yahut Fransızca, Almanca vardı. Ama şimdi ortaöğretimde yabancı dil öğretecek öğretmen bulmakta zorlanıyorlar. Bu açıdan, üniversitede yabancı dilde öğretim yapılacaksa, yabancı dilin öğretilmesinin üzerinde daha fazla durmak zorundayız.
Yabancı dilde eğitim verecek öğretmen bulmak bile güçleşiyorken bu çaba nasıl sürdürülecek?
Boğaziçi Üniversitesi, yabancı dilde öğretim yapacağım diye Robert Kolej’den devralırken söz vermiş. Bazı zenginlikler var dünyada. İnsanlar o zenginlikleri yaşamalı ve korumalı. O zenginlikleri harcamamalı. Belki Boğaziçi Üniversitesi’nin bu şekilde kurulması Türkiye için bir zenginlik. Bunu bir zenginlik olarak görüp korumak lazım. “Boğaziçi Üniversitesi’nin başarısı İngilizcedendi, onun için ben de İngilizce öğretim yapayım” diye çıkarsanız o taklitçilik olur. Onun için bazı konularda rahat düşünmek lazım. Daha geniş düşünmek lazım. Ne yapacağını çok iyi düşünmek lazım.
Siz YÖK kurulduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan ilk rektörsünüz ve sizin zamanınızda Üniversite, Türkiye’nin artan ihtiyaçlarıyla birlikte büyümeye başladı.
Boğaziçi’nde en uzun süre rektörlük yapanlardan biriyim. 10 sene görev yaptım. 1982-92, iki dönem. Rektörlüğü devraldığımda öğrenci sayısı 3 bin civarındaydı, bıraktığım zaman 10 bin civarındaydı. Bence niteliği ön planda tutan bir üniversite için optimum büyüklük 8 bin olmalı. Öğrenci sayısının kademeli olarak 3 binden 10 bine kadar çıktığı dönemlerde rektörlük yaptığım için, idari bakımdan, eğitim-öğretimin verimliliği bakımından uygun büyüklüğün 8 bin kişi olduğunu düşünüyorum.
Bunun planlaması nasıl yapılmalı? Bir üniversite optimum büyüklüğünü nasıl tespit eder?
Bütün üniversiteler geleceklerini planlamak zorundalar. “Bugün vaziyet nedir?” değil, “Beş sene sonra, on sene sonra bu üniversite nereye gidecek?” diye planlamak lazım. Öğrenci sayısını 8 bine indirmek de bir plan olabilir. Yahut 20 bine çıkarmak da bir plan olabilir. Ama 8 binin üzerine çıktığınız zaman işlerin zorlaştığını ben kendim gördüm. Öğrenci sayıları çok arttığı zaman öğretim üyelerinin ve rektörün öğrencilerle teması, etkileşimi azalıyor. Ben, Rektörlük binasında girişin altındaki katta ve öğrencilerin rahat ulaşabileceği bir odayı ofis yapmıştım. Benim anlayışıma göre, yeni gelen öğrencilerden en kıdemli öğretim üyesine kadar üniversitenin mensuplarının hepsi akademik hayatın bir üyesi. Bu bakımdan, aynı saygı ve ihtimama layıklar.
Boğaziçi Üniversitesi’nde kuruluşundan itibaren artan bir kalite çizgisi var. Eğitim kalitesinin devamlılığını sağlamanın yolu nedir?
Üniversitelerin amacı öğrencilere belirli bir formasyon kazandırmak. Öğrencilere özgür düşünmeyi ve insanlara karşı saygılı olmayı öğretmek. Robert Kolej’in müdürlerinden birisi bir konuşmasında şöyle diyor “Education is not taught, but caught.” Eğitim öğretilmez, alınır, diyor. Bunun için de örnek olmak gerektiğini söylüyor. Onun için ben her öğretim üyesini örnek olarak görüyorum. İnsanlar örnek öğretim üyelerinin peşinden belli konularda çalışıyorlar ve belli konularda kendilerini yetiştiriyorlar. Boğaziçi Üniversitesi, aşağı yukarı Türkiye’nin en gözde, en fazla tercih edilen üniversitesi. Bu on sene devam eder, yüz sene devam eder; onu bilmiyorum. Ama şu anda böyle. Bu kadar kaliteli öğrencinin karşısına siz öğretim üyesi olarak çıktığınız zaman iki özelliği fark ediyorsunuz. Birincisi, kolaylık. Daha çabuk anlayan, daha çok çalışan, daha fazla ileriye gitmek isteyen öğrenci var. Ama aynı zamanda siz onlara daha da ilerisini göstermek için örnek olmak zorundasınız. Şunu da söylemek lazım, dünyanın her yerinde kimin, ne zaman iyi öğretim üyeliği yaptığı konusunda da bir kural yok. İşin bütün inceliği, sizin kendinizi devamlı suretle geliştirmeniz. Öğretim üyesi olarak da, öğrenci olarak da biz hepimiz öğrenmek için üniversitede bulunuyoruz. Öğrenmenin sonu yok. Dünya değiştikçe yeni bilgiler, yeni öğretim yöntemleri ortaya çıkıyor. Benim rektör olduğum dönemdeki eğitim-öğretim koşulları ile şimdiki koşullar aynı değil. O değişime öğrencilerin de, öğretim üyelerinin de kendilerini uydurmaları gerekiyor. Nasıl? Öğrenerek. Öğrenmek için ne lazım? Birincisi, merak etmeniz lazım. İkincisi, yaptığınız işi, öğrenmeye çalıştığınız konuyu sevmeniz lazım. İşte bunu öğrencilere aktarabilirsek, yani meraklı olmayı ve sevmeyi aktarabilirsek öğrenci kendiliğinden öğreniyor. Önü açılmış oluyor.
Yöneticilerin sorumluluğu ne bu durumda?
Boğaziçi Üniversitesi çok seçkin bir üniversite. Bunu bilhassa vurgulamak isterim. Özellikle çok iyi öğrencileri alabilmesiyle bunu sağlıyor. İyi öğretim elemanları, iyi laboratuvarlar, iyi futbol sahası öğrencilerin iyi yetişmesi için gerekli, fakat esas etken öğrenci kalitesi. Onun için üniversitelerin ne yapıp edip öğrencilerin iyi yetişmelerini sağlamaları gerekiyor. Bunun da birinci şartı öğrencilere değer vermekten geçiyor. Öğretimin yapılma şekli konusunda bütün öğretim üyelerinin aynı fikirde olması gerekmiyor. Zaten eski bir laf var, “Müsademe-i efkârdan Barika-i hakikat doğar,” diyor. Yani fikirlerin çarpışmasından gerçek ortaya çıkar. Yani birtakım fikirlerin çarpışması lazım. Onun için her türlü fikre de açık olmamız gerekiyor.
Üniversite özerkliğinin bu kadar tartışmalı olduğu, üniversite yönetimlerinin bağımsız hareket edemedikleri bir ortamda bu bahsettiğiniz değerleri öne çıkaran yaklaşımlar nasıl uygulanabilir ki?
Özerklik konusunda öğretim üyelerinin daha bilinçlenmesi lazım. Sadece seçim özerklik sağlamıyor. Eskiden, yani 2547 sayılı yasadan önce üniversitelerin genel sekreterleri vardı. Rektör iki sene için seçilirdi. Her fakülte sırayla rektör adayı verirdi. O rektöre fazla iş düşmezdi. Esas işi yapan genel sekreterdi. Eski Alman sistemi. Amerikan sisteminde president aynı zamanda CEO’sudur sistemin. Biz iki sistemi nasıl birleştireceğiz? Mademki günümüzde Amerika’daki yöntemlere önem veriliyor, onları mı örnek alacağız? Öbür taraftan da Avrupa’dan gelmiş birtakım geleneklerimiz var. İkisini birbiriyle nasıl birleştiririz, bunu oturup düşünmek lazım. Mümkün olduğu kadar yumuşak geçişler tercih edilmeli. Olumsuzlukları da düşünelim. Rektör atanmışsa ve görevini yapamıyorsa, atayan makam onu görevden alabilir. Ama seçilmiş adam görevden alınamaz. Çünkü onu seçen makam öğretim üyeleri. Öğretim üyelerinin de bir araya gelip rektörü görevden almaları gibi bir gelenek yok. O hâlde, 2547’den önce olduğu gibi rektörün yetkileri kısıtlı mı olmalı? Bu dengeleri kurmaya çalışmak, olanakları değerlendirmek gerekir.
Üniversitenin tamamen devlet tarafından finanse edildiği bir ortamda bu denge nasıl sağlanacak?
Üniversitenin finansmanıyla üniversitenin özerkliği aslında çelişen kavramlar. Üniversiteyi finanse edince devlet “Ben finanse ediyorum, karışacağım biraz” diyor. Devlet açısından bakılırsa ödeneklerin nasıl harcandığını sormak yanlış değil. Üniversiteler ise fazla karışılmasından rahatsız oluyor. Burada hassas bir denge var. Hükümetlerin o olgunluğu göstermeleri lazım. Ama politikada öyle olgunluk her zaman söz konusu olmuyor. Burada üniversitelerin bir fonksiyonu daha çıkıyor ortaya. Üniversiteye gelir sağlama fonksiyonu. Üniversite rektörlerinin, aynı zamanda gelir kaynakları bulup, üniversiteye ilave gelir sağlamak gibi bir yükümlülüğü var. Bu geliri sağlamadığı sürece özerkliğin korunması şansı da yok. Aksi durumda doğrudan doğruya hükümete bağımlı oluyorsun.
Boğaziçi Üniversitesi kısa tarihi 2
26 Şubat 1939, Pazar akşamı, saat 8.30’da Milli Şef İsmet İnönü Ankara Radyosu’ndan “Türk milletinin selam ve muhabbetlerini Amerika halkına bildiren” kısa bir konuşma yaptı.[1] New York Fuarı münasebetiyle Türk-Amerikan dostluğuna değinen Cumhurbaşkanı, İngilizce konuşmuştu. Böylece ilk kez bir Türk lider, dünyaya Türkçe dışında bir dille seslenmiş oluyordu. Dünya Savaşı öncesine uzanan ABD ile bu üst düzey yakınlaşma savaştan sonra da artarak devam edecek ve Türk ailelerin Amerikan kolejlerine ilgisi her geçen gün çoğalacaktı.[2] Türkiye’de uzun yıllar İngilizce eğitimin başta gelen adresi olan Robert Kolej 1950’lerden itibaren kadrosundaki doktoralı öğretim görevlilerini artırmış[3] ve 1960’lardan itibaren bu kadro özellikle Amerikan üniversitelerinde doktorasını tamamlamış Türk akademisyenlerle genişletilmişti.[4] Bu sayede Robert Kolej Yüksek Okulu 1971 yılında kaliteli İngilizce eğitim geleneğini sürdürebilecek nitelikte bir kadroyla Boğaziçi Üniversitesi’ne devrolunmuştu. 12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu 1981 yılında yürürlüğe girdikten ve üniversitelerin iç işleyişleri tepeden tırnağa Yükseköğretim Kurulu’nun yetki ve denetimine terk edildikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin kaliteli İngilizce eğitim geleneği de büyük darbe almıştı.[5] 1982’de YÖK tarafından Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atanan İTÜ İnşaat Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Ergün Toğrol’un, YÖK’ün kendisine tanıdığı sınırsız yetkilere rağmen bölüm, fakülte ve üniversite kurullarına danışmadan kurumla ilgili tasarrufta bulunmamaya özen gösteren yaklaşımı sayesinde yükseköğretimin merkezileştirilmesi süreci Boğaziçi Üniversitesi’nde görece daha az hasarla atlatılmıştı. Bir yandan devlet tarafından yükseköğretime ayrılan kaynaklar hızla daralırken öğrenci sayılarının kısa sürede üç misline çıktığı Boğaziçi Üniversitesi’nde, İngilizce eğitimin belirli bir standardın üstünde tutulması için yoğun çaba harcanmıştı.
————
[1] “İsmet İnönü’den Amerika milletine” ve “İsmet İnönü Radyo evine şeref verdi,” Tan, 27 Şubat 1939.
[2] John Freely, A Bridge of Culture, 279.
[3] John Freely, A Bridge of Culture, 322.
[4] Abdi İpekçi, "Çirkin ve güzel Amerikalılar," Milliyet, 27 Şubat 1966.
[5] Üstün Ergüder, Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında: Boğaziçi Üniversitesi’nde Başlayan Yolculuk (Doğan Kitap, 2015), 267-271.
Üstün Ergüder: Çözüm, sivil toplum destekli üniversite
Nâşir: Gazeteduvar, 9 Mart 2021
Prof. Dr. Üstün Ergüder, 1937 yılında doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İstanbul’da Robert Kolej’de, lisans eğitimini İngiltere’de Manchester Üniversitesi’nde, doktorasını siyaset bilimi alanında ABD’de Syracuse Üniversitesi’nde tamamladı. 1969’da Robert Kolej Yüksük Okulu kadrosuna katıldı. 1971’den itibaren Boğaziçi Üniversitesi’nde görevine devam etti. 1992-2000 arasında iki dönem Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünü üstlendi. 2001’de Sabancı Üniversitesi’ne geçti. Burada bağımsız bir düşünce kuruluşu olan İstanbul Politikalar Merkezi’ni kuran Prof. Ergüder, 2003 yılında temel eğitim alanında veri-temelli araştırma, savunu ve izleme çalışmaları yürüten bağımsız bir düşünce ve uygulama merkezi olan Eğitim Reformu Girişimi’ni hayata geçirdi. 1997’den itibaren Avrupa Rektörler Konferansı (CRE) Kurumsal Kalite Değerlendirme Programı yönlendirme grubuna katılarak küresel ölçekte üniversitelerin kalite değerlendirmesinde görev alan Prof. Ergüder, 2004 yılında merkezi Bologna’da bulunan Magna Charta Gözlemevi (MCO) Konseyi üyeliğine seçilmiş, 2009-2013 yılları arasında tüm dünyada üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri izleyen MCO Konseyi’nin başkanlığını üstlenmiştir. ERG Yönetim Kurulu başkanlığını sürdüren Prof. Ergüder’in anıları, Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında: Boğaziçi Üniversitesi’nde Başlayan Yolculuk, 2015’te yayımlandı.
Türkiye’nin en saygın eğitim kurumlarından biri bugün garip bir şekilde olmadığı bir şey yüzünden zan altında bırakılıyor. “Robert Kolej’i misyonerler kurdu, Boğaziçi Üniversitesi de onun devamıdır” deniyor. Robert Kolej bir misyoner okulu muydu?
Şurası kesin. Robert Kolej’in Osmanlı İmparatorluğu günlerinde odak noktası azınlıklar olmuştur. Kuranlar misyoner olarak yetişmişlerdir. Ama bir dini, bir mezhebi geliştirmekten ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nda var olan dini ve etnik grupların geliştirilmesine odaklanmıştır. Babıali ile de iyi geçinmeye çalışmıştır...
Kolej 1863’te kurulmuştu. Kurucuları 19’uncu yüzyılın insanları. Buna rağmen eğitim, dinin önüne geçmiştir mi diyorsunuz?
Robert Kolej daha sonra bu misyoner kimliğinden sıyrılıyor ve daha seküler bir sisteme evriliyor. Ve Türkiye’de gerçek sekülerliğin merkezi oluyor. Hem siyasi, hem de dini misyoner geçmişinden sıyrılması demek, çok değişik grupları bir arada yaşatması demek. Ermeni, Musevi, Rum, Müslüman, tüm bunları nasıl beraber yaşatırsın? Osmanlı’nın renkleri bu çoğulculuk. Bunu yaşatmak için seküler olmak, ama dinlere de hürmetli olmak, çok önemli. Robert Kolej’in -ve daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin- önderlik ettiği çok ayrı bir sekülerlik nosyonu var. Türk eğitim sistemine katkısı nedir dediğin zaman, bu sekülerlik kendi kendine ortaya çıkmış; zorlama değil. Türkiye’deki sekülerlik oysa, yukarıdan zorlamayla, katı bir laisizm anlayışıdır. Boğaziçi’nin sekülerliği son derece toleranslıdır, dine de hürmetkârdır.
Zaten siz de üniversitelerde türban krizi yaşanırken sergilediğiniz özgürlükçü tutumla tanınıyorsunuz...
Bütün yaşadığımız türban krizlerinde Boğaziçi Üniversitesi’nin “nüvesinde” türbanla gelen kızı her ne pahasına olursa olsun okutma, onun giyimine kuşamına karışmama eğilimi çok güçlüydü. O bakımdan ben kahramanlık yapmadım, benden sonra gelen arkadaşlarım da kahramanlık yapmadılar. Biz kurumda, orada mevcut olan bir damarın birer temsilcisiydik. Benim görevim onu korumaktı. Dışarıyla mücadele etmek, doğru anlaşılmasını sağlamaktı. Boğaziçi’ni farklı kılan özelliklerden biridir, toplumsal dinamiklere dayanan bir sekülerlik.
Anılarınızda baskı gördüğünüze değiniyorsunuz. Bunlara nasıl karşı koydunuz?
Türban meselesinde Kemal Gürüz’le konuşmuşuzdur. “Ben uygulamıyorum Kemal, kusura bakma,” dedim, “Doğru olduğuna inanmıyorum.” Bir üniversitede insanların başıyla, giyimiyle uğraşamazsın. “Kanunen uygulaman lazım,” dediler. “Sizin yönetmeliklerinizi, kanunu ne tatmin ediyorsa, onun minimumunu yaparım,” dedim. Kapıya adam koyup çocukları derse sokmamak gibi şeyler yapmadık. Çok ağır işleyen disiplin soruşturmaları dışında bir uygulamamız olmadı. Rektörlük bittikten sonra Kemal Gürüz bana “Ben senin neyi, ne için yaptığını biliyorum; onun için benim derdim değil,” dedi. “İlkene inanıyorum,” demişti. Birçok kimseye sürpriz gibi gelecek, ama o günler, yani 1990’ların son yarısı, farklı olabiliyorduk, farklı tutum koyabiliyorduk. Ama bunu ilkeli yaptığımızı biliyordu herkes.
Bu “farklı olabilme” özelliğiniz Kolej’de aldığınız eğitimle ilgili olabilir mi?
Bunu herhalde aileden öğrendim. Daha çok örnek aldığım insanlar ailemdendir. Babam, Recai Ergüder de Yassıada’da karşı durmuştu, bir sürü insanın korktuğu o yerde. Demokrat Parti döneminde Celâl Bayar’ın doktoruydu. 27 Mayıs darbesi ertesinde göz altına alınmıştı, Bayar’ın doktoru diye. Daha sonra Yassıada’da ifadeye çağrıldı. Adnan Menderes’in sağ kurtulduğu Londra uçak kazası hakkında ifade vermiş olmalı. Çünkü bu kaza olunca Menderes’i almak için Londra’ya giden ekibin içindeydi. Bana, “Ben hiçbir şeyden çekinmem, ne biliyorsam onu söylerim,” demişti. Ve söyledi diye de biliyorum. Çünkü oradaki şahadeti için tebrik edildiğini biliyorum.
Sizin bir bakıma bütün çocukluğunuz Robert Kolej’de, bu kampüste geçti. O yıllarda nasıldı Kolej eğitimi? Size neler kazandırdı?
Benim zamanımda tabii çok küçük yaşta başlardın okula. İlkokuldan sonra ortaokula kolejde başlayabilirdin. Daha yoğrulabilecek bir dönem. 1948’de ilkokulu bitirdim, Robert Kolej’e gittim. Ondan sonra Robert Kolej benim için ikinci bir aile oldu. Onun bana bir etkisi, çok erken bir yaşta, yabancı bir ortamda kendi kişiliğimi korumayı, ayaklarımın üzerinde durmayı öğretti bana bu yaşam tarzı. Benim Robert Kolej’den kazandığım, yalnız okunan şu kadar kilo tarih, bu kadar kilo matematik filan değil; oradaki hür ortam bizim için çok önemliydi. Derslerde fikrini söyleyebilmek çok önemliydi. Derste konuşmazsan yadırganırdı. Bunların kişiliğimin gelişmesinde büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Orada verilen dersleri herhangi bir yerde, yine o kadar iyi hocalardan alabilirdim belki. Ama oradaki yaşam tarzı, ders dışı faaliyetler, spor, kulüpler, bütün bunların bana çok yönlü bir eğitim sağladığını düşünüyorum. Ayrıca bana yine çok etkisi olan oraya çok değişik yerlerden insanların gelmiş olmasıydı. Ermeni arkadaşlarım vardı, Musevi, Rum arkadaşlarım vardı. Anadolu’nun çok değişik yerlerinden gelen arkadaşlarım vardı... Onun için o çeşitliliği, o rengi, o farklılığı çok sevdim. O da tabii benim hayatımda etkili olmuştur. Çoğulcu bir ortamda, değişik insanların, değişik fikirlerin, değişik inançların olduğu bir ortamda hep beraber yaşamasını öğretti bana Kolej. Bu derste aldığım bilgilerden çok daha önemlidir.
Bu çoğulculuğun getirdiği düşünce yapısını nasıl tarif ediyorsunuz?
Benim insan tasavvurum iki aşamalıdır. Bir, görünen insan vardır. Bir de onu çevreleyen bir bulut katmanı vardır, onun dokunulmazlığıdır bu. O dokunulmazlığın içinde birtakım şeyler olur. Ben onlara hem hürmet ederim, öğrencilerime de bunu öğretmeye çalışmışımdır, hem de benimkine müdahale edilmesine reaksiyon gösteririm. Bu Boğaziçi’nde de vardır. Kolej’de de vardır, ki kişiliğim üzerinde bariz bir etkisi vardır. Liberal geleneğin bana nüfuz ettiği yerdir. Liberal deyince Türkiye’de insanların aklı hemen ekonomik teoriye gidiyor. Ülkemizde maalesef “liberal” kavramı hakkında inanılmaz bir kafa karışıklığı var. Bu karmaşadan dolayı belki de ülkemizde liberal olmak bir başka “şucu” veya “bucu” olmaktan çok daha zordur. Oysa liberalizm bir hayat tarzıdır. Yalnız siyasi ve ekonomik bir felsefe değildir. Bireyin kutsallığını vurgulayan bir yaşam felsefesidir.
Tarif ettiğiniz bu değerlerin Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşatıldığını düşünüyor musunuz?
Bugün Robert Kolej mezunu bazı arkadaşlarımla en büyük tartışmam bunun etrafında döner. “Robert Kolej 1971’de bitti” diyerek üzülüyorlar. Robert Kolej eğitim geleneğinin Boğaziçi Üniversitesi aracılığıyla her gün artan sayıda gencimize ulaştığını unutuyorlar. Robert Kolej hiçbir zaman bu sayılara ulaşamadı; ulaşamaz da. Kısır bir düşünce tarzı bu. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşıyor ve oralardan gelen çocuklarımızı çağdaş hayata mezun olarak teslim ediyor. Elit ailelerin çocuklarını yetiştirmiyor. Çok değişik sosyo-ekonomik gruplardan gelen öğrencileri iyi yetiştirerek “elitleştiriyor.” Diğer taraftan, yani Boğaziçi’nde, “Burası artık bir Türk üniversitesi, burada bir Amerikan okulu yok,” şeklinde bir milliyetçi söylem var. Ben aşağı yukarı iki tarafa da aynı yanıtı veriyorum: Bu kurumla iftihar etmeniz lazım. 1971 yılında kurulduğunda öğrencinin en tercih ettiği üniversite olmuşsa, Robert Kolej geleneğine, değerlerine dayandığı için öyle. Bir gecede olmaz bunlar. Bu değerlerin oturması çok uzun zaman alır. Onun için bir devamlılık var. İsimler değişmiş, bir lise bir üniversite olmuş olabilir. Bugün Boğaziçi’nin siyasi olaylardaki tutumuna, oradaki yaşam tarzına, toleransa bakarsan onun izlerini görürsün. Bunlar bir gecede olmaz. Eğer daha demokrat, daha toleranslı bir ortamı varsa bu kurumun, çok değişik fikirleri de barındırabiliyorsa bünyesinde, bunun o geçmişten gelen bir etkisi vardır muhakkak. Kurumun 158 senelik bir geçmişi var, boşuna demiyoruz. Bir de beni ne rahatsız ediyor biliyor musun? Kuruma çifte standartlı bir yaklaşım. Birçok kimse, özellikle siyasetçiler, çok militan milliyetçi söylemlerle kurumu eleştiriyorlar. Yok misyoner, yok Amerikancı, yok yabancı dilde eğitim yapar, milli değildir gibi. Ancak, aynı kişiler sanki o eleştirileri yapmamış gibi çocuklarını Boğaziçi Üniversitesi’ne sokmak için ellerinden geleni yaparlar. O kadar çok anekdotum var ki bu konuda!..
12 Eylül darbesinden sonra yükseköğretim sistemi baştan aşağı değiştirildi, merkezileştirildi. Siz neler yaşadınız o süreçte?
Çok merkeziyetçi bir sistem içinde Boğaziçi’nin ezilebileceğini ve ayrıcalıklarının ortadan kalkabileceğini düşünüyordum. Benim için üniversite, akademik kariyer, tepede düzenlenmiş, hiyerarşik bir yer olmamalı, yatay olmalı, hatta organize anarşi olmalı, ki yeni fikir üretsin. Üniversite yeni fikir, yeni model geliştirsin, hep devamlı bir şeyleri arayabilsin. Üniversite herkesin birbirinden öğrendiği bir yerdir. Hocalar birbirlerinden, öğrencilerinden, pek tabii ki öğrencilerin hocalarından bir şeyler öğrenebildikleri bir yerdir. Ama bunu emir komuta sistemi çerçevesinde, bir garnizon modelinde yapamaz. Boğaziçi çok özellikleri olan bir yer. Ankara’nın yarattığı merkeziyetçi paradigmanın içinde yer alırsa kurum yıpranır. 2547 sayılı kanun geçtiğinde bu düşüncem daha kuvvetlendi. Aslında Türkiye’de bizim siyasi kültürümüzde olan bu tek tipçi, hiyerarşik, yukarıdan aşağı yapı, otoriter sistem daha da ileri götürülerek kurumsallaştırılıyordu. Ankara’da yükseköğretimi yönetenler de birçok sorunla boğuşuyorlar, yükseköğretimi geliştirmek için. Ama bunu yapma tarzları yukarıdan aşağıya emir komuta mantığı içinde. Hiyerarşik piramitleri seven, tek tip modellere bel bağlamış, merkezden yönlendirmeyi seven bir sistem farklılıkları algılamayı bilemez, değişik kokuları algılayamaz, çeşitli tatlardan haz almaz. Üniversite bütün bunların olduğu bir yerdir. Boğaziçi gibi kendine has özellikleri olan bir kurumu bu sistemin içine koyarsan, hele bir de bu sistemin yönettiği kurumların sayısı devamlı artıyorsa kurumun özelliklerini kaybetme olasılığı çok fazladır. Benim derdim, Boğaziçi’nin bu merkeziyetçi ortamdan nasıl çıkacağı idi.
Bulabildiniz mi bir çözüm? Nedir bu cendereden çıkmanın yolu?
Başka kurumlara baktığım zaman o günler hep imrendiğim bir şey vardı. Galatasaraylıların, Siyasal Bilgililerin dernekleri vardı, camialar oluşturmuşlardı; organizeydiler, birbirlerini gözetirlerdi. Ben de düşünmeye başladım, “Niye biz Boğaziçi Üniversitesi mezunlarını da bir şekilde organize etmiyoruz?” Bu organizasyon da üniversitenin önemli paydaşlarından biri olmalıydı. Boğaziçi gözüme sahipsiz görünmeye başlamıştı. Bir sahibi olmalıydı. Bu nasıl yapılabilir? Mezunları bir araya getirerek. Hem mezunların bazı ihtiyaçlarına hizmet edersin, hem de onların arasında bu üniversiteye sahip çıkma fikrini yaratırsın.
Neden öğretim üyeleri değil de mezunlar?
Kuruma mezunların sahip çıkması çok önemlidir. Mezunların erişim alanı çok daha geniş, toplumda iş yapıyorlar. Üniversite öğretim üyesi bir fildişi kule içinde; o fildişi kulenin realiteleriyle biraz değişik bir dünyada yaşıyor. Ama mezunların toplumda çok önemli konumları vardır, etkin yerlere gelirler, para kazanırlar, siyasete girerler. İyi bir lobi oluşturma potansiyeline sahiptirler. Ellerindeki diplomanın saygınlığının devam etmesini isterler. Mezunların örgütlenmesini gerekli gördüğüm için dernek fikrini önemsiyordum. Ve çok da uğraştım. O günlerde de mezunlar arasında da bir çaba vardı örgütlenme konusunda. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) kurulduktan sonra iki dönem başkanlığını da yaptım.
Anılarınızda bu arayışın sizi “sivil toplum destekli üniversite” modeline götürdüğünü söylüyorsunuz. Nedir bu model?
Birkaç üniversiteye değişik bir statü verilebilir diye düşünüyordum. Bu statüde devlet üniversitesi olarak kalmaya devam edilir, fakat özel bir yönetim modeli oluşturulabilirdi. Oluşturulacak bir üst yönetim kurulu üniversiteyi yönetebilirdi. Bu yönetim kurulu devletin temsilcileri, Boğaziçi mezun temsilcileri ve üniversitenin diğer paydaşlarından oluşurdu. Üniversite öğretim üyeleri bu kurulun seçiminde söz sahibi olabilir, ama üyeler, emekli öğretim üyeleri dahil, üniversite dışından isimler olmalıydı. Kafamda böyle bir model gelişmeye başladı. Sivil toplum destekli üniversite modeli budur. Dernekte bunu arkadaşlara anlatmaya başladım. Üniversiteyi sahiplenen Boğaziçi camiası olacaktı. Onun da üç kuruluşu var, Dernek, Üniversite, Vakıf.
Bunların işlevleri nedir?
Vakıf kemale ermiş, para kazanmış, “senior” denebilecek, toplumda saygıdeğer konumlarda bulunan kimselerin temsil edildiği bir yer. Dernek de yeni mezun olan herkesin eşit temsil edildiği, eşit katkıda bulunduğu bir organizasyon. Sivil toplum destekli organizasyon odur. Ve o organizasyondan ortaya çıkacak üniversite konseyi veya yürütme kurulu veya mütevelli heyeti üniversiteyi devlet adına yönetecek.
Finansmanı kim sağlayacak?
Bütçesini devletten alacak tabii. Ama bu bütçeyi kullanma, rektörünü atama, karar alma süreçleri daha esnek olacak. Ankara’daki bürokratik sisteme tabi olmayacak. Maliye bugün bir bütçe verir, hangi kalemlere ne kadar harcama yapacağını söyler. Halbuki üniversite devletten bir bütçe alacak, neyi nereye harcayacağına bu kurul karar verecek. Hocaları değişik statüde çalışacak, devlet memuru olmayacak, kontratlı olacak.
Siz 1990’lara doğru bu modeli gündeme getirmeye çalışıyorsunuz. Neden sonuç alamadınız?
Bu model aslında kabul gördü. Rahmetli İhsan Doğramacı kaliteli yükseköğretimde öncü olabilecek, uluslararası standartlarda araştırma yapıp eğitim verebilecek bazı üniversitelerimize değişik bir statü verilmesi gerektiğinin farkındaydı. Kaliteli üniversitelerin yapılarının daha esnek olması gerektiğini biliyordu. 1991 senesinde, cumhurbaşkanı rahmetli Özal’ın da direktifiyle ve rahmetli Doğramacı’nın bilgisi dahilinde Kemal Gürüz beş üniversite için Özel Statülü Üniversite Yasa Tasarısı hazırladı. SHP bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürmekle tehdit ediyordu. Kanun hükmünde kararname olarak geçirilmişti. Ama Resmi Gazete’de yayımlanmadı. Seçimlere gidiliyordu çünkü.
Özal niye ısrarcı olmadı?
O sıralarda Yılmaz Esmer ve Ersin Kalaycıoğlu’yla “Türk Toplumunun Değerleri” diye bir araştırma yapmıştık. Araştırma TÜSİAD desteğiyle yapılmıştı ve sonuçları İstanbul’da açıklanıyordu. Basın açıklamasını Ersin ve Yılmaz yapacaklardı. Aynı gün ben TBMM’nin tertiplediği bir toplantıya katılmak için Antalya’daydım. Sheraton Oteli’ndeydi toplantı. Otelin en üst katında da cumhurbaşkanı Özal kalıyordu. Gece 11-12’ye doğru yatmaya hazırlanırken kapıyı tıklattılar, “Cumhurbaşkanı çağırıyor sizi,” dediler. Hazır Cumhurbaşkanı çağırmışken bu yasaya ne olduğunu öğrenirim diye düşünüyordum. Çünkü o yasayla Boğaziçi kurtulur diye bakıyordum. O yasa bir yerde bizim sivil toplum destekli üniversite modelinin hayata geçirilmesi gibiydi. Yukarı çıktım, Özal bana “Türk Toplumunun Değerleri” araştırmasını sordu. Bulguları bana sabahın erken vakitlerine kadar anlattırdı. Bir ara konunun yavaş yavaş bitmeye yaklaştığını hissettiğimde ben “Cumhurbaşkanım Özel Statülü Üniversiteler Yasası ne oldu?” diye sordum. Biraz kızgın ve bıkkın bir şekilde, “O güzel bir yasa, ama Resmi Gazete’de yayımlamazlar. Çünkü seçime gidiyorlar,” dedi. Biraz kendi partisine dönük bir eleştiriydi bu. Öyle kaldı o yasa. Kadük oldu. Aslında çok önemli bir fırsattı.
Siz bu konu üzerinde düşünmeyi sürdürdünüz gerçi...
Benim kafamda çok basit bir denklemdir. Ankara bürokrasisinin dayatmacı, hiyerarşik düzeninden kurtulmak istiyorsan kendine özel bir statü bulman lazım. Rektörlüğüm sırasında, Stratejik Plan Komisyonu çalışmaları çerçevesinde üniversitede arkadaşlarla bu modelin üzerinde çalışmalara devam ettik. Rektörlük sonrası kıymetli meslektaşlarım Mehmet Şahin, rahmetli Tosun Terzioğlu ve Öktem Vardar ile birlikte hazırladığımız “Neden Yeni Bir Yükseköğretim Vizyonu?” başlıklı çalışma da bu birikimden çok faydalanmıştı. Aralarında çok büyük devamlılık vardı.
2013’te YÖK bir yasa tasarısı hazırlamıştı. Orada üniversiteler için yeni bir yönetim modeli öneriliyordu. Sizin çalışmalarınızın o tasarıya hiç etkisi olmadı mı?
Çeşitli kaynaklardan bizim çalışmalarımızda kullanılan kavramların YÖK’ün yasa teklifinin hazırlanmasında etkili olduğunu biliyorum. Ancak hazırlanan yasa teklifinde büyük tutarsızlık vardı. Taslak bütün o çalışmalardan ve Özel Statülü Üniversiteler yasa taslağından ilkeler düzeyinde izler taşımasına rağmen uygulama maddelerine gelindiğinde YÖK’ün merkeziyetçiliğine ve Ankara’nın bürokratik zihniyet ve geleneğine teslim olunduğu görülüyordu.
Ankara asla dizginleri bırakmaya yanaşmıyor yani.
Cumhurbaşkanı Özal’ın hazırlattığı Özel Statülü Üniversiteler Yasası 2 sayfaydı. 2013’te hazırlanan tasarı 67 sayfaydı. 67 sayfa kanun yazarsan çok şeye karışıyorsun demektir. Ayrıca Özel Statülü Üniversiteler Yasası’nda Yürütme Kurulu olarak düşündüğümüz yapı, üniversiteyle toplum arasında köprü olabilecek bir kurumdu. Üniversitelerin ayrıntılarına karışmayacak, ama üniversitenin toplumla ilişkisini hayata geçirecek bir yapı. YÖK’ün tasarısında bu kurula üniversitede çalışan öğretim üyelerinden de üye seçiliyordu. Öğretim üyesi iyi bir paydaş, ama üniversite içinde çalışıyor aynı zamanda, üniversitenin maaşlı çalışanı. Bu kurul üyelerinin üniversiteye gündelik yönetimden soyutlanarak bakabilmesi gerek. Paydaşlara karşı, devlete karşı, topluma karşı sorumluluğu var kurumun. O sorumlulukları kurumsallaştıracak bir yapı lazım. Ayrıca o kurulun faydası köprü görevi görmek, bunu bu şekilde yerine getiremezsin. Ancak bu kurulların seçilmesinde akademik personelin söz sahibi olması gerekir.
Türkiye’de üniversite yönetimi deyince hep söylenegelen bir şey var, “Parayı veren devlet, haliyle düdüğü de o çalacak.” Boğaziçi gibi 50 yılı geride bırakmış köklü kurumlar için bu ne kadar geçerli?
Bütün üniversitelerimiz için genelleme yapmak güç. Bugünlerde 200’ü aşkın üniversitemiz var. Bazıları çok yeni. Ancak ODTÜ, Boğaziçi gibi eski üniversitelerimiz hem yaptıkları sanayi odaklı araştırmalar hem de topladıkları bağışlarla kendilerine ek gelir kaynakları da yaratmışlardır. Bu sayededir ki Boğaziçi’nde, 1990’lardan itibaren rahmetli Suna Kıraç, Şerife Babaoğlu, Natuk Birkan gibi isimlerin, yüzlerce mezunun büyük bağışları oldu. Bu paralarla binlerce öğrenci okutuldu, Kız Yurdu ihya edildi, toplantı salonları tepeden tırnağa yenilendi, Orta Saha modern bir üniversite meydanına kavuştu, Uçaksavar’da modern bir yurt inşa edildi... Devlet üniversitelerinin herhangi bir yeni yapılanmasında devletin gene ana finansör olacağı kesin, ama bu çeşitlenen finans kaynaklarının da üniversite yönetiminde söz sahibi olması düşünülebilir. Ayrıca devleti yönetenlerin şunu unutmaması gerek. Üniversitelerin kurumsal özerkliği ve hocalarımızın akademik özgürlüğü ülkemiz için önemli bir kamu yararıdır. Bu sayededir ki üniversitelerimiz ülkenin bilimsel ve teknolojik gelişmesine önderlik ederler. Parayı devlet veriyor diye üniversiteleri sıkı bir bürokratik rejimle kısıtlamak ülkenin gelişmesini olumsuz yönde etkiler.
Boğaziçi Üniversitesi kısa tarihi 3
1981 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Türk yükseköğretim sistemi merkezileştirildi, üniversitelerin idari ve mali işleyişleri büyük ölçüde devlet kontrolüne alındı. Böylece Türkiye’de üniversitelerin karar mekanizmalarına, tıpkı Sovyet Rusya’da olduğu gibi devlet bürokrasisi hâkim oldu.[1] Yasa tasarısının Milli Güvenlik Kurulu’nda kabul edilmesini izleyen günlerde Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri birbiri ardına açıklamalarda bulunarak yeni yasayı eleştirmiş, “katı denetim, gözetim ve atama maddelerine” dikkat çekmiş, “demokratik işleyişlerin tamamen ortadan kalktığı,” yükseköğretimin “yürütme organının direktifleri doğrultusunda dar bir teknik öğretime” indirgendiği, akademik ve idari yetkilerin “kurum ve kurullardan alınıp fertlere aktarıldığı,” “üniversite müessesesinin” ve “üniversitelerin var oluş nedenlerinin” ortadan kaldırıldığı, fakülte ve bilim dallarının farklı özelliklerinin göz önüne alınmadığı, üniversitelerin “siyasal gücün denetimine bırakıldığı” uyarılarında bulunmuşlardı.[2] Yine aynı günlerde 121 öğretim üyesi, “idari ve bilimsel özerkliği yok eden” bu yasaya karşı durma çağrısında bulunan bir yazı kaleme alarak rektörleri Semih S. Tezcan’a sunmuşlardı.[3] Öğretim üyelerinin bu çağrılarına kayıtsız kalmayan rektör Prof. Tezcan da basın toplantıları düzenlemiş, tüm üniversiteleri “aynı kalıba sokan” ve “üniformalaştıran” tasarının “merkeziyetçi bir zihniyetle hazırlandığını” belirterek bu durumun bürokrasiyi artıracağı, “üniversitelerin etkin, verimli, hızlı ve başarılı çalışmalarını güçleştireceği” uyarısında bulunmuştu.[4] Ne çare ki emir büyük yerden gelmiş, aklın hükmü kalmamıştı. Prof. Tezcan kısa süre sonra görevden alındı. 1982’de mevcut 19 üniversite içinde yalnızca Orta Doğu Teknik ve Boğaziçi Üniversitelerine kurumları dışından rektörler atandı.[5] 2547 sayılı yasa sonrası Boğaziçi Üniversitesi kadrosundaki birçok akademisyen birkaç yıllığına yurtdışındaki üniversitelere gitti, bunların bazıları bir daha Türkiye’ye dönmedi.
————
[1] Kemal Gürüz, Yirmi Birinci Yüzyılın Başında Türk Milli Eğitim Sistemi (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008), 77-78.
[2] Reşit Canbeyli, Oya Köymen, Taha Parla, Özer Ertuna, Mete Durdağ, Mehmet Kaytaz, Mustafa Dilber, Demir Demirgil ve Suna Killi’nin demeçleri, “YÖK için ne dediler?” Cumhuriyet, 15-19-20-22-23-27 Kasım ve 11 Aralık 1981.
[3] “Boğaziçi öğretim üyeleri: YÖK’ün sakıncaları giderilmeli,” Cumhuriyet, 4 Aralık 1981.
[4] “Boğaziçi Rektörü: YÖK Tasarısı şimdiki haliyle çok sakıncalı,” Cumhuriyet, 29 Ağustos 1981.
[5] Üstün Ergüder, Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında (Doğan Kitap, 2015), 170-171.
Ayşe Soysal: Kadınlar rüzgâra kanat açacaklar Türkiye’de
Nâşir: Gazeteduvar, 17 Mart 2021
Prof. Dr. Ayşe Soysal, 1967’de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden, 1971’de Robert Kolej Yüksek Okulu Fizik-Matematik çift-anadal programından okul birincisi olarak mezun oldu. Matematik alanında lisansüstü ve doktora çalışmalarını Michigan Üniversitesi, Ann Arbor’da tamamladı. 1976’da Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü kadrosuna katıldı. 1993-2000 yıllarında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu üyeliğinde bulunan Prof. Soysal, 1994’ten itibaren Üniversitelerarası Kurul’da Boğaziçi Üniversitesi’ni temsil etmiş, 2004-2008 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmiştir. Prof. Soysal 2008-2012 arasında TÜBİTAK Bilim Kurulu, MAM Yürütme Kurulu ve Feza Gürsey Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulunmuş, 2009-2013 arasında YÖK Genel Kurul üyesi olarak görev yapmıştır.
Sizin Boğaziçi Üniversitesi ile ilişkiniz nasıl başladı?
Buradaki birçok öğretim üyesi gibi öğrencilikle başladı. Ben liseyi de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okudum. Dolayısıyla kurumsal ilişkimi liseden başlatıyorum. Liseden sonra Robert Kolej Yüksek Okulu’na Mühendislik öğrencisi olarak girdim. Bir dönem Mühendislik’te okudum, ama çok canım sıkıldı. Çünkü orada teknolojik bir şeyler anlatıyorlar, “nasıl yapılır?” gibi. Ben “niçin?” onu anlamak istiyorum. John Freely birinci yılda benim Fizik hocamdı. Onun etkisiyle “Fizik okumak istiyorum” dedim ve Fizik’e geçtim. Ardından Matematik’e de devam edip çift-anadal yaptım.
Sizin mezun olduğunuz 1971 senesinde Yüksek Okul Boğaziçi Üniversitesi’ne devredildi ve o süreçte öğrencilerin epey etkisi olmuştu. Siz neler yaşadınız?
Ben Robert Kolej’in son mezunlarındanım. Benden sonraki sınıf Boğaziçi Üniversitesi diploması aldı. Benim diplomam Robert Kolej Yüksek Okulu diplomasıdır. Ben son sınıftayken bu olay patlak verdi. İnsan öğrenciyken belki o kadar olan bitenin vahametini anlamıyor. Kendi açımdan ben de belki o an çok anlamadım. Tabii o dönemin özelliği, okulda kuvvetli bir sol hareket vardı. Ve o dönemi yaşayanlar, hepimiz düşünüyoruz ki öğrencilerin talebi olmasaydı belki Boğaziçi Üniversitesi olmayacaktı. Çünkü Robert Kolej iflasın eşiğindeydi. Ve sonuçta “Liseleri tutalım, ama üniversiteyi taşıyamayacağız” noktasına gelmişlerdi. O dönem öğrencilerin böyle bir hareketi gelişmeseydi burası bir üniversite olarak devam etmeyebilirdi... Ben pek toplu gösterilere katılan bir öğrenci değildim. Ama o dönem hepimiz çıktık. Taksim meydanına çıktığımızı hatırlıyorum; o zamanlar Taksim meydanına çıkmak yasak değildi. El ele tutuşmuşuz, dönüyoruz, galiba “Özerk Üniversite!” diyoruz... Ve baskıcı bir şekilde gelip “Hadi sen de katıl” gibi şeyler yoktu. Sadece okulumuz kapanmasın istedik. Bu da çok doğal bir şey, çünkü okulumuzu çok seviyorduk. Ve devam edebilmesini arzu ediyorduk. Anladığım kadarıyla bu ses getirdi ve sonuçta çok hayırlı bir şey oldu; devlet o araziyi devraldı ve Boğaziçi Üniversitesi kuruldu.
Türkiye’de çift-anadal programının ilk mezunlarındansınız...
Tüm üniversiteleri bilmiyorum, ama Boğaziçi’nde çift-anadalın ilk mezunu benim. Tabii o zamanlar burası küçük bir kurumdu. Türkiye’de de üniversiteler daha kendi başlarına hareket edebiliyorlardı. Bu çift-anadal konsepti Amerikan eğitim modelinde olan bir şeydir. 1970’li yıllarda mevcut üniversiteler daha çok Kıta Avrupası modeli üzerine yapılanmışlardı. O modelde çift-anadal diye bir şey yoktur. Amerikan modelini en başarılı yapan bir sürü şeyin içinde bu çift-anadal var.
Nedir o modelin başarısı?
Eğitim bütünsellik taşıyan bir şey. Her tuğla bir öncekinin üzerine geliyor ve bütünsellik içinde her şey birbirini besliyor. Amerikan eğitim sisteminde birkaç şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Benim gerek mesleki yetişmeme, gerek kişiliğime bu çok etki yapmıştır. Bir kere hoca-öğrenci diyaloğunun açık olduğu, öğrencinin hocaya soru sorabileceği, danışabileceği, araştırabileceği bir ortam. Bilinenlerin gençlere aktarılması gibi değil, üniversiteyi bir keşfetme ortamı olarak tanımlayan bir şey. Bu keşfetmenin kapsamına öğrendiğiniz şeyleri keşfetmek kadar kendinizi tanımak da giriyor. Yani burada ikili bir keşif var: Bir içe dönük, bir de dışarıya. Okulda bölümler arası diyalogların kuvvetli olması, öğrencilerin başka bölümlerden seçmeli ders alabilmeleri, başka disiplinlerin yapılarını tanıyabilmeleri ve tabii merkezi kütüphanenin varlığı (benim öğrenciliğimde de kütüphanemiz çok iyiydi) sizin ufkunuzu genişletiyor. Öğrencileri sadece bir bölüm kalıbı içinde, sadece bir mesleki formasyon vererek yetiştirmenin üniversite için geçerli bir model olmadığını düşünüyorum. Bu olsa olsa meslek yüksekokulu modeli olur. Boğaziçi hep o geniş açıyı verdi ve vermekte. Bunun sürdürülmesi, bu okulun başarısının devam etmesi için bence çok önemli ve olmazsa olmazlardan.
Zaten Kolej’den itibaren temel bilim eğitimine kuvvetli bir vurgu var...
Bir şekilde Türk sistemi ya tıbba önem veriyor ya hukuk veya mühendislik gibi başka profesyonel alanlara. Amerikan sistemi kuvvetli bir temel bilim birikimi etrafında başarılı mezunlar yetiştiren bir model. Bu okul hâlâ bu modele inanarak devam ediyor. Bence eğitim için doğru olan modellerden biri bu. Ben, tek konulu üniversite değil, bir temel bilim çekirdeği etrafında birkaç profesyonel fakülteden oluşan bir yapıyı faydalı görüyorum, başarılı görüyorum. Temel bilimlerin önemi bugün giderek daha belirginleşiyor. En uç düzeydeki bir mühendislik araştırmasını yapmanız için fizik bilmeniz lazım, iyi bir siyaset bilimcisi olmanız için tarih bilmeniz lazım.
Amerika’da doktoranızı tamamladıktan sonra 1976’da doğruca Boğaziçi Üniversitesi’ne geldiniz. Döndüğünüzde nasıldı kampüs? Büyük bir değişim yaşanmış mıydı?
Benim geldiğim 1976 yılında hoca yapısı, öğrenci yapısı ve sayısı henüz daha çok değişmemişti. Yani resmi dönüşüm olmuştu, fakat resmi dönüşümün getirdiği değişimler bizi daha sonra çarptı. Ben geldiğimde hâlâ epey sayıda yabancı hoca vardı. Yabancı hocaların büyük bir kısmını ondan sonraki yıllarda kaybettik. Yeniden yabancı hocaları çekmek için uğraşmak durumunda kaldık. Öğrenciler sayıları çok artmamıştı. Dolayısıyla buraya geldiğimde aşağı yukarı bıraktığım ortamla aynı yere döndüm. Tamam, bir Amerikalı “president” yok, bir Türk rektör var, ama onun dışında başka bir şey değişmemiş gibiydi.
1980’lerden sonraki dönüşümde neler yaşadınız?
Öğrenci sayıları birden patladı. O dönemde, en azından Fen-Edebiyat Fakültesi için söylüyorum, hoca sayıları bugünküne göre çok düşüktü. Lisansüstü programları aktif olmadığı için araştırma görevlisi de yoktu. Sınıfınızda 40 öğrenci varken aniden 300 öğrenci oluyor ve o 300 öğrencinin her şeyiyle siz bir hoca olarak ilgilenmek durumunda kalıyorsunuz. Çok zordu. Mesela, sınav yapıyoruz. Kâğıtları belirli bir zaman içinde okuyup vermeniz lazım, tazeyken. Yoksa o bayatlar ve öğrencinin de ilgisi kalmaz. Ama yetiştiremiyorsunuz. Okuyorsunuz okuyorsunuz bitmiyor. Hoca olarak kendinize olan saygınızı yitiriyorsunuz. Çünkü bu kâğıtlar üç günde, beş günde çıkmalı, ama çıkamıyor. Çok acı günlerdi.
Artan öğrenci sayısıyla birlikte öğrenci profili de değişmiş olmalı...
Robert Kolej yıllarında üç büyük şehirden, İstanbul, Ankara ve İzmir, bir miktar da Tarsus Amerikan gibi bağlantılarla Anadolu’dan belirli yerlerden öğrenci gelirdi. O zaman kolej kendi sınavını kendisi yapardı. Merkezi sisteme geçildikten sonra gelen öğrencinin zekâ düzeyi inanılmaz arttı. Çünkü çok müthiş bir rekabet başladı. Tamam, çok öğrenci geliyor, şu bu, ama ben her zaman şunu söylerim, “Ben bugün sınava giriyor olsam Boğaziçi’ni kazanır mıyım, kazanamaz mıyım bu belli değil.” Boğaziçi’ni kazanmak o kadar önemli bir şey ki biz çok iyi öğrenciler aldık. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Özellikle benim gibi matematik anlatıyorsanız daha net görüyorsunuz. Bazen bir şey anlatıyorum, “Bu nedir?” diyorum, müthiş bir hesabı aklında yapıp şak diye söyleyiveriyor. “Aman Allahım!” diye orada duruyorsunuz. Karşınızda dehşet parlak birileri var. Bu öğrenci profilindeki değişikliklerden biri. Başka bir değişiklik, Boğaziçi’nin Türkiye’nin her yerinden öğrenci almaya başlaması oldu. Yani büyük şehir ağırlıklı değil, küçük şehirler, hatta kasabalar da bu işin içine girdi. Müthiş bir kültürel değişiklik oldu. Bu bence güzel de oldu.
Bu kültürel çeşitliliği Kolej geleneğiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Türkiye’nin her yerinden öğrenci almak, kültür düzeyi ve ekonomik düzeyi çok yüksek olmayan ailelerden öğrenci almak bence Robert Kolej’in kurucularının felsefesine tam anlamıyla uydu. Çünkü onlar burayı bir zenginler koleji ya da bir elitler koleji olsun diye kurmamışlar. Tamamen tabana inmek, her yerden öğrenci almak, farklı kesimden öğrencileri bir araya getirmek ve birbirlerinin kültürlerini tanıyarak yaşamalarına olanak sağlamışlar. Düşünebiliyor musunuz, bu okul hiçbir savaşta eğitimini kesmemiş. Osmanlı’nın çözülme sürecinde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş esnasında bu okulda yan yana Bulgar, Ermeni, Müslüman öğrenciler okumuşlar. Bu çok değerli bir miras ve ben bu okulun bu mirasının kaybedilmemesi için şahsen de çok gayret verdim. Türkiye’de eskiden daha belirgin olan bir şehirli-kasabalı, şehirli-köylü ayırımı vardı; giyim kuşamla, yaşam tarzıyla, yenen yemeklerle... Bunlar hep farklılıklar arz ederdi. Türkiye’de artık bu gibi farklar törpüleniyor. Bir yerde küçük şehir, büyük şehir birbirine benzer hâle geliyor. Tabii ki bu değişimle birlikte farklı kültürlerden gelen öğrenciler de burada toplandılar. Ben her zaman buranın öğrencisine müthiş saygı duymuşumdur. Çünkü çok farklı kimliklerden gelen o öğrenciler burada çok normal bir şekilde bir arada bulunabilmişlerdir. Zaman zaman Türkiye bu farklı kimliklerden “o olsun, bu olmasın; o cici, bu değil” diye sert politik söylemlere kendini kaptırabilmiştir. Fakat bu okulda özellikle öğrenciler bunlara her zaman direnmişlerdir ve Türkiye için güzel bir birliktelik örneğini her zaman vermişlerdir. Bence bu okulu farklı kılan özelliklerden biri de öğrencilerin her zaman okulun kimliğinde, yapısında paydaş olarak kendilerini göstermiş olmalarıdır. Eskiden de böyleydi. Hâlâ da böyle.
Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başladığınız 1976 yılından bu yana, yükseköğretim kariyerinizde 45 yılı geride bıraktınız. Bu süre zarfında yükseköğretimde kadınların, öğrenci olarak, öğretim üyesi olarak nasıl bir dönüşümünden bahsedebilirsiniz? Kadınların akademiden beklentileri, hedefleri nasıl dönüştü?
Birçok ülkede hızlı bir dönüşüm oldu. Fakat olan dönüşümlerin hepsi aynı değil. Bir ülkede olan değişim öbürüyle aynı olmayabiliyor. Türkiye’de, benim bu kariyeri seçtiğim zamanlar -ve benden önceki kuşakta da- kadınların üniversiteye girmesi desteklenen bir şeydi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri. Ve o yıllarda Türkiye gerçekten, istatiksel olarak, akademideki kadın sayısı, fen ve mühendislik veyahut tıp alanlarındaki kadın sayısı açısından birçok Batı ülkesinden daha iyi durumdaydı. Ama son yıllarda bu değişiyor. Özellikle taşrada çok sayıda üniversite açılmasıyla bu değişti. Kadınlar akademideki pozisyonlarını eskisi kadar iyi koruyamıyorlar. Şuradan biliyorum, Boğaziçi Fizik Bölümü uzun süredir kadın hoca bulmak istiyor, bulmakta güçlük çekiyor. Eskiden böyle değildi. Bunun tam ne anlama geldiğini yorumlayamıyorum. Bunun için insanlarla görüşmek lazım, daha geniş istatistik bilgi almak lazım. Ama Türkiye bunu koruyamadı. Buna karşın, eskiden, özellikle fen-mühendislik ve tıpta kadın temsili düşük olan ülkeler, yani ABD, Kanada, İngiltere, Avrupa, büyük bir atılım yaptılar. Sadece akademideki kadın sayısıyla değil, dekanlık, rektörlük gibi akademik yönetim kadrolarında da büyük fark yarattılar.
Rektörlüğünüz döneminde bu farkı birebir yaşadığınız örnekler oldu mu?
Yükseköğretimde kadın temsilinin yüksek olduğu ülkelerle Türkiye arasındaki farkı en çarpıcı göreceğiniz yer Üniversitelerarası Kurul toplantılarıdır. Bu toplantılar kışla gibi bir yerdir; erkek dolu, araya üç beş kadın serpiştirilmiş gibi. Başka ülkelere gittiğimde, o zaman birçok görüştüğüm dekan yahut rektör kadındı. Bizim bu konuda hakikaten ciddi bir şekilde düşünüp, “Niye bu duruma düştük?” “Ne yapmalıyız bu durumdan çıkmak için?” diye biraz kafa yormamız şart. Çünkü zaman akıyor ve aradaki makas giderek açılıyor.
Bu erkek egemen yapı konuşulan dili nasıl etkiliyor? Bir dil farkından söz edebilir misiniz? Ve bu dil farkı, sorunları teşhis etmek, çözüm geliştirmek bakımından bir fark yaratıyor mu?
Bence yaratıyor. Ve bu dil farkının önemini, kadın başbakan, kadın cumhurbaşkanı, kadın liderler tarafından yönetilen ülkelerde görüyoruz. Gayet iyi yönetiyorlar ülkelerini, ve daha güler yüzle, tatlı dille yönetiyorlar. Bizde hâlâ erkek söylem hâkim. Gençler artık böyle yapmıyor, onu söyleyeyim. Ama benim kuşağımda ve bugünkü gençlere kadar benden sonraki kuşaklarda, “çatık kaşlı” erkek söylemi hâkimdi. Benim akademik ortamlarda bulunduğum sürede hep bu “çatık kaşlı” söylem, karşısındakini eleştirmek üzerine giden söylem vardı. Kadınlar bu şekilde konuşmuyor. Ve kadınların konuşmasının büyük bir avantaj getirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla dil çok önemli. Ama burada kabahati sırf akademiye yüklemeyeyim, çünkü genel olarak dilimiz böyle. Televizyondaki panelleri, konuşmacıları dinleyin; çatık kaş. Partilerin toplantılarını izleyin, gene öyle. Eskilerin bir lafı vardır, “hep celâlle olmaz, biraz da cemâl lazım.” Dolayısıyla çok verimli olmadığını düşünüyorum bu eski moda erkek söyleminin.
Akademik yönetim kademelerinde kadınların sayısının eskiye kıyasla azalmasının Türkiye genelinde dilin “çatık kaşlılaşmasına” bir etkisi var mıdır?
Türkiye hep çatık kaşlıydı. Böyle olmadığımız bir dönem yoktu. Her siyasi parti yöneticisi çatık kaşlıydı. Dolayısıyla bunun faturasını son döneme çıkartamayacağım. Ama başka sebepleri olduğunu düşünüyorum. Elimde bu sebeplerin ne olduğuna dair yeterli veri olmadığı için kafadan konuşmak istemiyorum. Ama araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bir şeyi kesin olarak söyleyebilirim, inanıyorum ki, parlamentodaki kadın temsilinin yetersizliği buralara da yansıyor. Çünkü, kendi kurumsal kimliğini oluşturmuş olan Boğaziçi ve birkaç üniversiteyi daha dışarıda tutarsak, Türkiye’de üniversitelerin çoğunluğu Ankara eksenli faaliyet gösteriyor ve her şey için Ankara’ya bakıyorlar. Ankara’ya baktıklarında da erkek egemen bir bürokrasi görüyorlar ve onu aynen kendilerine mal ediyorlar. Belki bu bir sebeptir.
Şu anda 130 civarında devlet üniversitesinde yalnızca 5 kadın rektör var. Yükseköğretimde bir direnç mi var kadınlara karşı, yoksa kadınlar mı çok hevesli değil o çatık kaşlı, kışla gibi yapının içine girmeye? İçeri girmeyince de bu nasıl değiştirilecek?
Bunun birçok sebepleri var. Kadınların bu pozisyonlara gelmesi çok daha zor. Onun için bazı çok yetenekli, çok donanımlı kadınlar, “Ben bu işe bulaşmayayım, ama hiç olmazsa bu üniversiteye bir faydam dokunsun” deyip dekan oluyorlar, rektör yardımcısı oluyorlar. Ve bu taşrada çok görülen bir şeydir. Rektör daha politik bir konumda durur, bütün işleri yapan böyle becerikli, akıllı hanımlar vardır. Bu kadınları da suçlayamıyorum, meslektaşlarım, “Aşılması gereken şey çok zor, bari üniversitemiz yararlansın” diye biraz daha alt pozisyonları tercih ediyorlar. Ama bunun dışında çok yaygın olan bir şey, adaylık süreçlerinde insanların aklına kadın gelmiyor. Birileri birilerini aday olarak üst makamlara sunuyor. Ben YÖK’teyken de bunu gördüm, birileri gelip YÖK başkanına “Şu kişiyi rektör yap” der, bunun kulisi çok yapılır. Ankara atama döneminde bu kulislerle kaynar. Ama insanların aklına hep erkekler geliyor. Genellikle taşrada milletvekilleri kendi üniversiteleri için belirli adaylar söylerler. Bu milletvekillerinin büyük çoğunluğu erkek; dolayısıyla erkekler erkekleri öneriyor ve bu şekilde bu tangır tungur devam ediyor. Şu anki durum o. Dekan atamalarında, üniversiteler üç aday belirler, bunu YÖK’e yollar, YÖK de bunların arasından birini seçer. Bir defasında YÖK, bu üç aday arasında en az bir kadın bulunmasını üniversitelerden talep etti. Ama uygulamakta çok zorluk çektik. Çünkü olmuyor. Yollamıyorlar, yapmıyorlar.
O hâlde bu ancak yasal bir düzenlemeyle, kota uygulamasıyla mı aşılabilir? Zihniyet değişikliğini o yasal düzenleme dışında nasıl sağlayacağız?
Ben gençken kotaya inanmıyordum. Belki burnum Kaf Dağı’ndaydı, daha ukalaydım, “Biz kadınlar çıkarız, yaparız! Ne lüzum var kotaya?!” diyordum. Belki de kota olursa, mutlaka kadınları sevmeyen birileri “Kota sayesinde bu pozisyona geldi” diyecektir; onun kendimle ilgili olarak söylenmesini istemezdim. Ama bugün geldiğim, daha olgun yaşımdaki noktada bakıyorum ki bu sıkıntıyı aşan başka memleketler hep bir şekilde kota üzerinden bunu yaptılar. Yani hiçbir yerde bu kendiliğinden düzelmedi. Dolayısıyla bizde de bunun kotayla düzeltilmesi dışında bir çözüm şu anda görmüyorum.
2014 ÖSYS Merkezi raporunda ilginç bir veri var. O yıl sınava giren kadın adayların %46’sı 140 ve üzeri puan almışken, 180 puan ve üzerinde bu oran %72’ye çıkıyor. Erkek adaylarda ise bu oranlar %87’den %66’ya düşüyor. Daha sonraki yıllarda da bu eğilimin devam ettiği görülüyor. Kadınların, özellikle yüksek puan gruplarında kitlesel olarak erkeklerden daha başarılı olduğu anlaşılıyor. Bu veriyi siz nasıl okuyorsunuz?
Üniversite birinci sınıf, ikinci sınıf öğrencilerine ders veren benim gibi hocaların da çok gözlemlediği bir şeydir bu. Kadın öğrencilerin büyük bir kısmı çok başarılı, çünkü motivasyonları çok yüksek. Kadınlar erkeklerden daha zekidir diyemeyiz. Zekâ herkese bir şekilde nasıl programlanıyorsa öyle iniyor. Ama motivasyon çok önemli kadınlar için. Erkekler için belki motivasyon çok önemli değil. Aileler oğulları ne yapsa affediyorlar. Ama kızların kendi hayatlarını yaşayabilmeleri için özgürlüklerine erişmeleri lazım ve hâlâ Türkiye’de eğitim bunun biricik yolu. Yani bir meslek sahibi olduğunuz zaman kadın olarak, istediğiniz hayatı yaşayabilmek, evlenecekseniz istediğiniz kocayı seçebilmek ya da evlenmemeye karar verebilmek sizin için daha kolay oluyor. Yani aile baskısının sıkıştırmasından çıkmak için bir yol.
Bu gençler çok iyi puanlar aldıkça çok iyi yerlerde okuyacaklar, ve yükseköğretim sistemimiz toptan çökmezse inşallah, iyi yerlere gelecekler. Türkiye’ye 21’inci yüzyılda daha çok kadınların yön vereceğini söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle artacak. Fakat bu artış bazı sektörlerde daha hızlı olacak. Mesela iş dünyasının kadınlara daha açık olduğunu görüyorum. TÜSİAD’ın kadın yöneticileri oldu. Kadın girişimciler için bir sürü destek programları yapılıyor, kadınlar iş hayatına daha rahat girebiliyorlar... Bazı sektörler daha zor ilerleyecektir. Ama bir şekilde kadınlar kapıları zorlayacak. Bunu çok görüyorum ben. Türkiye’nin çatık kaşlılığından söz ederken değindik, o erkek öfkesi çok gözlenen bir şey, Türkiye’de dışavurumu çok olan bir şey. Bir uçta kadın cinayetlerinden başlayıp televizyonda seyrettiğimiz çatık kaşlı erkeklere kadar gelen bir skalası var. Ama belki yeterince konuşmadığımız şey kadınların isyanı. Kadınlar her Kadınlar Günü’nde sokağa dökülüyorlar. Çok ciddiler şikâyetlerinde, taleplerinde. Ve bu ateş sönmeyecek. Bir şekilde ülkenin “Bu kadınlar ne diyor?” diye kulak vermesi ve kadınların taleplerini kabul etmesi, “Haklısınız” demesi lazım. Sanıyorum kadınların isyanının en önemli boyutlarından biri hepimizin aynı kefeye koyulması ve bütün kadınlara tek model üzerinden bakma merakı. Bir tarafta “hanım kardeşler” modeli var. Ama herkes o modele uymak istemiyor. Ve kadınlar üzerlerine baskıyla koyulan modelleri kabul etmeyecekler. Gençlerde bunu çok net olarak görüyorum, yetişkinlerde de bu çok var. 21’inci yüzyılda birçok değişiklik olacak bu meselede, çünkü bu şekilde devam edemeyecek ülke. Sanki bazı insanlar Türkiye’de hiçbir şeyin değişmemesini istiyor. Bazen Kilyos’a gidiyorum, BURC Beach’te kumsalda suya girersiniz, dip akıntı vardır, siz olduğunuz yerde durmak istersiniz, o akıntı sizi çeker. Bazı insanlar akıntıya karşı oldukları yerde durmak istiyorlar Türkiye’de, ama duramayacaklar. Kadınlar değişimi istiyor, gelişimi istiyor, ve bir şekilde kadınlar rüzgâra kanat açacaklar Türkiye’de. Bazılarımız düşeceğiz, ama mutlaka bazılarımız menzile varacağız. Ben buna inanıyorum.
Boğaziçi Üniversitesi’ni şekillendiren değerlerin, okuldaki özgürlükçü ortamın Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına katkıda bulunduğunu düşünüyor musunuz? 1970’lerden beri okulun değişen öğrenci profiliyle birlikte değerlendirir misiniz?
Genel öğrenci profili 1970’li yıllardan beri değişti, ama öğrencinin okula geldikten sonraki yaşantısı değişmedi. Boğaziçi her zaman öğrencilere özgürleştirici bir ortam sundu. Öğrencilerin kendi programlarını belli ölçüde kendi seçtikleri derslerle zenginleştirmelerine olanak tanıdı, ders dışı faaliyetlerde öğrencilere yine özgürlük tanıdı. Ve her sosyal kesimden gelen öğrenci geldiği an bu yaşama uyum sağlıyor. Bu müthiş bir şey. Ve bu öğrencilerin “tek model” olmayı reddettiklerini görüyorsunuz. Türkiye’de bir etiketleme vardır. Birisine bakıyorsunuz, özellikle de kadınlara bakınca en basiti başının örtülü olup olmamasından şak diye bir etiketleme var. Bu etiketlemenin, bu bakışın Boğaziçi’nin kampüslerine giremediğini çok net görüyorsunuz. O etiketlerin arkasında var sayılan “şu kesimden gelen kadın öğrenciler şöyledir, bunlar böyledir” anlayışı Boğaziçi’nde tutmuyor. Boğaziçi’nin Türkiye’de bunu sağladığına inanıyorum. Bunu rektörlüğümden sonraki bir tecrübemle de anlatayım...
Lütfen...
Mühendislerin bir mesleki teşkilatı vardır, IEEE (The Institute of Electrical and Electronics Engineers – Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü). Hocalar arasında konferanslar, seminerler, yıllık toplantılar örgütler. Aynı şekilde mühendislik öğrencileri de IEEE kulüplerinde faaliyet gösterirler. Türkiye’deki birçok üniversitede IEEE kulübü var. Boğaziçi’nde de hep vardı. Son yıllarda IEEE kadınların mühendislik alanındaki durumuyla ilgili bir şeyler yapmak istiyor ve bununla ilgili öğrencilerin IEEE kadın kollarının faaliyetleri olmaya başlamış. Boğaziçi Mühendislik öğrencileri hemen, “Biz de yapalım” demişler. Ve ihtimal hâlâ devam ediyordur, o yıllarda her yıl 8 Mart haftası civarında bir kadın zirvesi düzenlemeye başladılar. Bu aslında sektör ve öğrenci buluşması. Her sene iki üç sektör seçiliyor. Bu sektörlerden yönetici pozisyonunda mühendis kadınlar davet ediliyor ve gün boyu paneller, vb., oluyor. Başka üniversitelerden mühendislik öğrencilerinin de davet edildiği, kalabalıktı bir etkinlik. Ben de okulun ilk kadın rektörü olmuşum, mesaj attılar, “Hocam açılışı siz yapar mısınız?” dediler, “Memnuniyetle” dedim. Orada dikkatimi çeken şuydu. Mühendislik Fakültesi’nin bütün erkek öğrencileri kız arkadaşlarına destek olmak üzere görev almış, gayet şık giyinmişler, saçlar havaya dikilmiş, üzerlerinde isimleri yazılı... Konferanslarda yapılan işler vardır, kayıt alırsınız, sahne düzenine bakarsınız; bütün bu koşturmacaları erkekler yapıyordu, ki kadın arkadaşları zirve toplantısında sektörden gelenlerle sohbetlerini vakit kaybetmeden yapsınlar... O kadar güzel bir uyum, harmoni vardı ki erkekler ve kadınlar arasında, “Keşke Türkiye’nin her tarafı böyle olsaydı” dedim. Orada Boğaziçili genç erkekleri de çok kutladım, çünkü bunu çok doğal, rahat bir şekilde yapıyorlardı. Hiçbirisi çatık kaşlı, asık suratlı değildi, hepsi güler yüzlüydü ve sınıftaki kadın arkadaşlarının sonuna kadar yanındaydılar. Ve bu devam edecek. O erkekler mezun olduktan sonra değişmeyecekler, onlar öyle kalacaklar. Ve gençlerin Türkiye’yi değiştirebileceğine ben çok inanıyorum.
Boğaziçi Üniversitesi kısa tarihi 4
1992 Mayıs’ında bir gece yarısı, İstanbul’dan kalkan trende Boğaziçi Üniversitesi’nden bir grup biliminsanı, birkaç saat sonra başbakan Süleyman Demirel’e yapacakları konuşmanın provasını alıyorlardı. 1980’lerden itibaren kurumlarının mahkum edildiği ataletten yorulmuş, Ankara’nın dayattığı şablonlar içinde sanatlarını icra etmeye çalışmaktan usanmışlardı. Özel Statülü Üniversiteler yasa tasarısının da sığ siyasi çekişmelere kurban edilmesinin ardından Üniversite’de fakülteler arası bir “komisyon” oluşturmuşlardı. Attila Aşkar, Behlül Üsdiken, Faruk Birtek, Fatma Gök, İlhan Or, İlkay Sunar, Ömür Akyüz, Rıfat Okçabol, Selçuk Esenbel ve Vedat Yerlici’nin yer aldığı bu komisyon, öğretim üyelerini yeniden üniversite yönetiminde söz sahibi kılmanın yollarını arıyordu.[1] Selçuk Esenbel aracılığıyla başbakan Süleyman Demirel’i ziyaret etmiş, açık destek görmeseler de hükümetin köstek olmayacağı sinyalini almışlardı. 26 Mayıs 1992’de Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri, Fen-Edebiyat Fakültesi binasında Türkiye’nin ilk “gayriresmi” rektörlük seçimini gerçekleştirdi. Seçim sonuçları Faruk Birtek’in evindeki faks cihazından tüm yetkili makamlara ve gazetelere yollandı. İzleyen günlerde İstanbul Teknik, Hacettepe ve Ortadoğu Teknik Üniversiteleri de aday belirleme seçimleri yapacak, kamuoyunda akademisyenlere desteğin giderek güçlenmesiyle TBMM’de Yükseköğretim Yasası’na bir madde eklenerek YÖK ve cumhurbaşkanına sunulacak rektör adayları üniversitelerce seçilmeye başlayacaktı. 17 Temmuz’da yeni yasa hükümlerine göre Boğaziçi’nde yapılan “resmi” rektör seçimlerini, “gayriresmi” seçimde olduğu gibi Üstün Ergüder kazandı. Seçilmiş rektörün cumhurbaşkanı Özal tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atandığı günlerde YÖK başkanı İhsan Doğramacı istifa etti. “Seçim zaferi” Boğaziçi Üniversitesi mensuplarını birbirine kenetlemiş, rektör Ergüder seçimde yarıştığı adaylara rektör yardımcılığı teklif ederek bu birliktelik duygusunu pekiştirmişti. Bu tarihten itibaren kurumu saran “beraber iş yapma” duygusu sayesinde ve etkinleştirilen Vakıf ve Mezunlar Derneği’nin sağladığı katkılarla Boğaziçi Üniversitesi kısa sürede küllerinden yeniden doğdu; gelişen eğitim ve araştırma imkânları, baştan aşağı yenilenen teknolojik ve fiziksel altyapısıyla 21’inci yüzyıla girdi. 1958-1969 arasında Robert Kolej’de sanat ve mimarlık tarihi dersleri veren ünlü Osmanlı mimari tarihçisi Godfrey Goodwin (1921-2005), 2000 yılında yaz okulunda ders vermek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne döndüğünde, binaları, kampüs yaşamı, öğretim üyeleri ve öğrencileriyle hiç değişmemiş, ancak baştan aşağı yenilenmiş bir üniversite bulmuştu. Goodwin’in anılarında “bir devrim” diye nitelediği bu dönüşüm sayesinde, İngiltere, İtalya ve İspanya gibi yoğun beyin göçünden mustarip olan Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi, en iyi mezunlarını memleketlerinde tutacak bir niteliğe kavuşmuştu.[2]
————
[1] Üstün Ergüder, Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında (Doğan Kitap, 2015), 176-186.
[2] Godfrey Goodwin, Life’s Episodes: Discovering Ottoman Architecture (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2002), 260-262.